BİZİ HATIRLA

 

                                                                                   1921 yazı, Anadolu’da bir köy

 1 Dışarıdaki kavurucu sıcağın altında iyice yorgun düşen yaşlı at zor da olsa değirmene ulaşabilmiş, derince bir nefes almıştı. Bu sırada genç Rıfat ise yorgun düşen atının çektiği arabadan buğday çuvallarını yavaş yavaş indirmeye başladı. İndirip değirmende öğüteceği sadece 6 çuval buğdayı vardı. Normalde bu sayı 20’den aşağıya düşmezdi ancak bu yıl havaların kurak gitmesi ve harbin iyice ağırlaşması sebebiyle verim düşmüştü.

  Rıfat at arabasından sırtladığı çuvalları değirmene taşımaya başladığı sırada değirmenin arka tarafından bir grup askerin geldiğini gördü. Sırtındaki çuvalı değirmenin kapısına bıraktı ve dikkatli gözlerle gelen askerleri süzmeye başladı. Gelen askerlerin ağır ve güçsüz adımları harbin onları ne kadar yorduğunu; yüzlerindeki solgunluk ve durgunluk ise nasıl da acımasız bir kavganın içinde olduklarını kanıtlıyordu. Askerlerden rütbeli olan en önde gelirken birkaç dakika sonra değirmenin kapısına ulaştılar. Bir süre askerler ellerinde kalan son buğdaylarını öğütüp un yaptırmak için değirmene gelen sefil halka, bir süre de halk yıllardır süren bu harpten yorgun düşmüş askerlere baktı. İki tarafta birbirine acıyan ve üzülen gözlerle bakıyordu, insanlar her gün binlercesini bu vatan için ölüme gönderdiği askerine, askerler ise yıllardır yoklukla boğuşan, kıtlık çeken halkına.

  Rıfat at arabasından buğday çuvallarını indirmeye devam ederken bir yandan da askerlerin ne için geldiğini anlamaya çalışıyordu. Son çuvalı da yere indirmişti ki karşı taraftan tok bir ses duyuldu, tok sesin sahibi askerlerin başındaki komutandı.  

-Ordumuz tarafından gireceğimiz büyük harp öncesi alınan Tekalif-i Milliye kararları neticesinde; halk, elindeki silah ve cephaneyi üç gün içinde orduya teslim edecek, her aile bir asker giydirecek, yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde kırkına geri ödenmek şartıyla el konulacak…

  Komutan konuşmasını sürdürüyordu ancak Rıfat birkaç cümleden sonrasını artık dinlemez olmuştu. Sadece altı çuval buğdayı vardı kış için un yaptıracağı, bunun üçünü de orduya verirse kalan üç çuvalla kışı çıkarmaları imkansızdı. Rıfat’ı bu durumdan daha çok kaygılandıran şey ise her ailenin bir asker giydirecek olması emriydi. Babasını Balkan harbinde, abisini ise Çanakkale’de kaybetmişti, kendisi ise Çanakkale’de sağ elinin iki parmağını bir şarapnel parçası sonrası kaybetmiş daha sonra gazi olarak memleketine dönmüştü. Çanakkale’de henüz 18 yaşındaydı, şu an ise 24’üne gelmiş bir delikanlı ve bakmakla yükümlü olduğu bir aileye sahip babaydı. Derin düşüncelere dalıp gitmişken değirmene gelen askerlerden biri Rıfat’ın önünde durdu, birbirleriyle göz göze geldiler ve bir süre bakıştılar. Rıfat indirdiği altı çuval buğdayın üçünü askerin önüne doğru kaydırdı, kalan üç çuvalı ise değirmenciye iyi sahip çıkmasını tembihleyerek oraya bıraktı. Bu olaylar sırasında artık iyice dinlenmiş olan atının sırtına binerek kaygılı düşüncelerle evinin yolunu tuttu. 

  Güneş ufukta kaybolmuş, büyük bir dağın yamacına kurulmuş olan bu küçük köyde akşam olmuştu. Askerler tarafından duyurulan seferberlik emirleri bütün köyde yayılmış, insanların üzerine biraz hüzün biraz da kaygı çökmüştü. Rıfat gibi arkasında anasını, karısını ve çocuğunu bırakacak, onları emanet edecek kimsesi olmayan çok insan vardı. Zati her ailede bir erkek birey kalmıştı, iki olanlar ise ya gazi olarak dönmüştü savaştan ya da daha bıyıkları terlememiş delikanlılardı. Şimdi onlara da yol görünmüştü.

  Rıfat ve ailesinin akşam yemeği ise sakin ve düşünceli bir sessizliğin içinde yeniyordu. Rıfat olanları karısı Zehra’ya ve anasına anlatmış, onlar Rıfat’tan da derin düşüncelerin içine dalmışlardı. Halka böyle bir mecburiyetin yüklenmiş olması gösteriyordu ki harp iyice ağırlaşmış, vatan ve askerler çok zor duruma düşmüştü. Bu durumda herkesin elinden gelenin en iyisini yapması gerekiyordu, bunu Rıfat da karısı Zehra da anası da biliyordu. Rıfat’ın bir iki gün içinde zorunlu olarak orduya katılacağı kesindi, kışlık erzaklarının yarısını da askerlere vermişlerdi ve savaş ne zaman biter, eski günler ne zaman geri gelir kimsenin buna dair en ufak bir fikri dahi yoktu.

  Akşam yemeğinden sonra gazı bitmeye yakın olan lambanın altında herkesin kafasından farklı düşüncüler geçiyordu, Zehra’nın aklından geçenler ise bir annenin ve kadının yapabileceklerinin çok daha ötesinde şeylerdi.

-Cepheye ben de gidecem, sıhhiye çadırlarında illaki bir kadına ihtiyaç vardır.

İnce, yumuşak ve çekingen sesi loş ışıklı odanın içinde bir fısıltı gibi yayıldı. Rıfat ve anasını bu sözler şaşırtmış olacak ki bir süre konuşan olmadı. Zehra’nın bu teklifi yapmasındaki özgüvenin sebebi babası Kara Memiş’in köyün şifacısı olmasıydı. Evlenmeden önce Zehra babasının yanında uzunca bir süre getir götür işlerini yapmış ve bu işlere dair çokça tecrübe edinmişti. Rıfat’ın anası Canteze Hatun şaşkınlığını atınca endişeli gözlerle Zehra’ya baktı.

-Senin daha ağzı sütlü körpe oğlun var kızım, Rıfat’tan sonra sen de gidersen biz Ali’yle naparız buralarda.

-Siz burada Ali ile birbirinize kol kanat gerersiniz ana, hem kalsak ne olacak ki, yarına yiyecek ekmeği zor buluyoruz, Rıfat’la ben de gidersem hem iki boğaz eksilmiş olur hem de askerimize bir faydam dokunur oralarda da bu harp bir an evvel biter.

  Canteze Hatun ve Zehra arasında bu konuşmalar geçerken Rıfat sessiz kalmayı tercih etmişti, çünkü Zehra söylediği her şeyde haklıydı. Ne artık yiyecek ekmekleri ne de yıllardır süren bu harbe dayanacak güçleri kalmıştı. Cepheye gittiğin de belki kendisi dönmeyebilirdi, belki Zehra da dönmeyebilirdi, ancak belki; oğlu Ali ve geride kalanlar düşman işgalinden kurtarılmış bir vatanda daha rahat ve iyi şartlar altında yaşayabilirlerdi.

-Oğlum Rıfat sen ne diyorsun bu işe?

Rıfat hala dalgın, kaygılı ve düşünceliydi.

-Ben bir gideyim önce cepheye, gider gitmez mektup atarım size, eğer harp bizim sandığımızdan da vahimse o zaman yazarım sana; “Zehra, bu vatanın ve evlatlarının sana da ihtiyacı var.”

 

2 Yunan askeri Sakarya Nehri’nin batısına kadar sürülmüş, Türk askerinin mutlak galibiyetiyle muharebe sona ermişti. Harp öncesi yayımlanan emirler sayesinde ordunun hem askeri hem de manevi gücü artmış, cephe gerisinde halkın desteği ise bu başarının elde edilmesinde büyük rol oynamıştı.

  Rıfat köyünden ve ailesinden ayrılıp cepheye geleli yaklaşık iki hafta olmuştu. Geldikten birkaç gün sonra taarruz başlamış, ordunun en ön saflarında düşmanla çarpışmıştı. Çanakkale’den sonra bu harpte fark ettiği şey ise bu mücadelenin çok zor şartlar altında veriliyor oluşuydu. Hem cephede hem de cephe gerisinde büyük bir seferberlik vardı, herkes elinden gelenin en iyisi yapma gayreti içindeydi. Rıfat’ı en çok şaşırtan şey ise yükümlü olmamalarına rağmen cephane fabrikalarında çalışan, sıhhiye çadırlarında her türlü işi yapan, cephe gerisinde askere erzak ve mühimmat taşıyan her yaştan kadınlar olmuştu. Gördüğü bu manzaralar halkın erkeğiyle kadınıyla, genciyle yaşlısıyla ne büyük fedakarlıklar içine girdiğini gösteriyordu. Bu sebeple cepheye geldikten birkaç gün sonra köye mektup atmış, gördüğü ve şahit olduğu her şeyi karısı Zehra’ya anlatmış, eğer hala istiyorsa sıhhiye çadırlarında hemşirelik yapmasını yazmıştı. Çünkü bu harbin sadece cephedeki başarıyla değil, cephe gerisindeki mücadeleyle de kazanılacağını görmüştü.

  Rıfat’ın mektubu Zehra’ya ancak on gün sonra ulaşmıştı. Zehra mektubu okuduktan sonra gitmenin artık bir mesuliyet olduğuna karar vermiş ve en yakın askeri karargâha giderek durumu anlatmıştı. Daha sonra eve gelip oğlu Ali ve Canteze Hatun ile vedalaşmış, küçük bir bohça alarak köyden ayrılmıştı.

  Zehra Eskişehir-Afyon hattında Yunan cephelerine çok yakın bir tümenin sıhhiye çadırına gönderilmişti. Gelir gelmez hemen koşturmaya başlamış trenle cepheden gara getirilen yaralı askerleri sıhhiye çadırına taşımakla görevlendirilmişti. Her gelen askeri taşıyamıyordu, çünkü bazısı tren gara gelmeden çoktan ölmüş oluyordu. Yaralı ve ölen askerleri gördükçe aklına Rıfat geliyordu; acaba o nasıldı, ne yapıyordu, daha da önemlisi hayatta mıydı? Bütün bu sorular zihnini kemirirken gelen askerlerden bilinci açık olanlara Rıfat’ı soruyor ancak onu ne gören ne de tanıyan birine rastlıyordu. Gelir gelmez Rıfat’ın gönderdiği mektuptaki adrese bir mektup atmıştı ancak mektubun Rıfat’a ulaşıp cevabının gelmesi haftalar sürecekti. Beklemekten ve gelen her askere Rıfat’ı sormaktan başka çaresi yoktu. Sadece iyi olup olmadığını bilmek istiyordu, Rıfat’ın iyi olduğunu bilse yeterdi. Bazı zamanlar ise aklına istemsizce Rıfat’ın bir daha dönemeyecek olması ihtimali geliyordu. Çünkü bu durumu yaşamış çokça kadın vardı Zehra’nın çalıştığı sıhhiyede, bir daha dönmeyecek kimseleri hep bir umutla beklemiş sayısız kadın.

  Canteze Hatun ve torunu Ali ise artık beraber yaşamaya çoktan alışmışlardı bile. Ali beş yaşında bir çocuk olduğu için olan bitenin pek idrakinde değildi, onun için anne ve babası bir süreliğine evden ayrılmıştı, bir zaman sonra da tekrar gelecekler, eski mutlu günlerine tekrar döneceklerdi. Yine babasıyla ata binecek, ineklere ot getirmek için at arabasıyla dağlara gideceklerdi. Eve döndüklerinde ise annesinin soğuk ayranından içip babasının bahçedeki meşe ağacına yaptığı salıncakta sallanacaktı. Ali Canteze Hatun’un sözünden çıkmadan sadece bunları tekrar yaşayacağı günü bekliyordu. Canteze Hatun ise bu hayatta çok şey görmüş geçirmişti. Kocasını ve bir oğlunu bu vatan için zaten feda etmişti, şimdi de Rıfat gitmişti, sonra da gelini, geriye onlardan miras sadece küçük Ali kalmıştı. Onu şu an için korkutan tek şey ise uzak köylerden gelen feci haberlerdi. Gelen duyumlara göre muharebeyi kaybedip Sakarya Nehri’nin gerisine çekilmek zorunda bırakılan düşman giderken acımadan çoluk çocuk ayrımı yapmadan bütün köyleri ateşe veriyordu. Canteze Hatun’un tek endişesi buydu, ya buraya da gelirlerse? Bu duyumlar orduya da ulaşmış, halka yapılan bu zulmün bitmesi için hemen bir taarruz planı daha yapılmaya başlanmıştı. Bu taarruzun ana noktası ise Afyon’un Güzelim Dağı etekleri olacaktı. Taarruzdan galibiyetle çıkan ordu düşmanın yeniden toparlanmasına izin vermeden harbi tamamıyla bitirmek istiyordu. Aceleyle bir seferberlik daha başlatılıp ordunun gücünü yeniden toplayıp Sakarya’dan Afyon bölgesine inme emri verildi. Taarruz tarihi 13 gün sonrası için kesinleştirildi.

  Zehra’nın gönderdiği mektup Rıfat’a ulaşmadı, çünkü yapılacak olan yeni taarruz emrinin gelmesiyle birlikte Rıfat’ın bulunduğu tümene de Afyon’a hareket etme emri verilmişti. Zehra’nın mektubu ise Sakarya bölgesine gitmişti. Şimdi ne Zehra Rıfat’ın ne de Rıfat Zehra’nın nerede nasıl olduğunu biliyordu. İkisi de sadece birbirinden gelecek olan mektubun umuduyla yarına uyanabiliyordu.

 

3 Bir sonbahar sabahı ekim ayının ilk günü gerçekleştirilecek olan taarruza sadece iki gün kalmıştı ancak askerin ve halkın morali gelen acı haberler sebebiyle alt üst olmuştu. Geri çekilen düşman askeri hiçbir köyü yakmadan yıkmadan bırakmıyordu. Daha acı yanı ise genç yaşlı önüne gelen herkesi öldürüyorlar, kadınlara tecavüz ediyorlardı. Posta, telgraf ve demiryolu hatlarına da zarar vererek çekildikleri için haberleşme ülke genelinde kesintiye uğramıştı. Binlerce gönderilen mektubun arasından ne gelen vardı ne de giden, bütün halkın içine bir keder düşmüştü.

  Savaşa katılalı bir buçuk ay olan Rıfat ise gönderdiği onca mektuba sadece bir cümle cevap bekliyordu; “Anan da Ali de ben de hepimiz iyiyiz.”  Ancak ne anasından ne Ali’den ne de Zehra’dan bir haber vardı. Nasıllar ne haldeler hiçbir fikri yoktu; bu çaresizlik ve umutsuzluk insanı harpten daha çok yoruyordu. Gün geçtikçe de umudu artık tükeniyordu, çünkü duyduğu haberlere göre düşman geri çekilirken güzergahını Rıfat’ın köyü üzerine kaydırmıştı. Ne oldu ne bitti, kimler öldü kimler kaldı hiçbir fikri yoktu. Şu an elinden gelen tek şey ise ümit etmekti, karısının, anasının ve oğlunun hayatta olduklarını ümit etmek. 

  Taarruzdan önceki son gün, ikindi vaktiydi. Ordu yavaş yavaş cephe hatlarının içine doğru ilerleme hazırlığına başlamıştı ki Afyon-Eskişehir sınırından patlama sesleri duyuldu. Düşman taarruzun yarın yapılacağını biliyordu, bu sebeple muharebe öncesi askerin ve halkın moralini bozmak için böyle bir saldırı girişiminde bulunmuştu. Top atışları cephe gerisine kadar ulaşmıştı. Yaklaşık 5-6 km geriden gelen patlama sesleri herkesi kaygılandırmıştı. Biraz sonra güneşin batmasıyla patlamadan geriye kalan yangınlar gökyüzünü aydınlatıyordu. Bir anda ordunun kamp yaptığı alanda hareketlilik başladı, askerler siperlere inmek için hazırlanırken bir çavuş Rıfat’a doğru yaklaştı.

-Asker, benimle gel!

Emrin sahibi ordudaki zayiat tespitiyle görevli çavuştu. Rıfat hiçbir şey söylemeden peşlerine takılıp yürümeye başladı. Düşman tarafından top atışına tutulan bölgeye doğru ilerlemeye başladılar. Hala yanmakta olan alev öbeklerine yaklaştıkları her adım da acının şiddeti daha da belli oluyordu. Evler, köyler, tarlalar, tren yolları, erzak depoları… her şey yerle bir olmuştu. Gitmekte oldukları yer harbin en büyük sıhhiye çadır kamplarından birinin kurulu olduğu bölgeydi. Bu yer yarınki yapılacak taarruz öncesi daha da önemliydi, cepheye yakınlık sebebiyle muharebede yaralanan askerlerin tedavi edilmesi için konum olarak iyi bir yerdeydi.

  Askerler bölgeye ulaştıklarında her şey için çok geçti, sıhhiye çadırları top atışı altında kalmış ve yerle bir olmuştu. Çadırlarda tedavi gören askerler ölmüş, hemşireler yaralanmış, çadırlar alev almış, bütün sağlık malzemeleri etrafa dağılmıştı. Yaralı insanların inlemeleri ve ağlayışları etrafta yanan ateşin sesine karışıyordu. Rıfat gördükleri karşısında şok olmuştu. İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalıydı, insanoğlu bu kadar acımasız ve zalim olmamalıydı.

  Askerler etraftaki yaralılara yardım etme gayreti içine girmişken Rıfat o hengamenin içinde, yanmakta olan bir çadırın yanına devrilen ranzanın altında kalmış, simsiyah saçları yüzünü kapatmış hemşireyi gördü. Kalbinde bir burukluk oldu, garip bir histi. Tarif edilemeyen sadece yaşayanın bileceği bir his. Ağır adımlarla devrilmiş ranzanın yanına yaklaştı, omzundaki tüfeği yavaşça kenara bırakıp ranzanın ateşten kızarmış demirlerini elleriyle tutarak ranzayı kaldırdı. Rıfat dizleri üzerine çöktü, eliyle siyah saçları arkaya doğru usulca taradı. Alevlerin aydınlattığı karanlık gecenin içinde parlayan beyaz bir yüz vardı siyah saçların altında, sessiz ve sakin, sonsuz bir uykunun içine dalmış olan melek gibi bir yüz. Gencecik yaşında, geride körpe oğlunu bırakıp gelmiş fedakâr bir annenin yüzüydü bu yüz.

  O günden sonra Rıfat’tan bir daha haber alınamadı, harpten yıllar sonra o gün topa tutulan sıhhiye çadırlarının olduğu tren garının duvarındaki tuğlaların arasına sıkıştırılmış şöyle bir mektup çıktı.

 

“Ben Ali oğlu Rıfat. Balkan harbinde babasını, Çanakkale’de abisini, bugünkü savaşta ise karısını; ve belki de anası ve oğlunu kaybetmiş, muhtemelen ise yarın sabahki taarruzdan dönemeyecek olan bir Türk askeri. Bu mektubu yazma sebebim ise bu savaşta, bu vatan için yok olan bir aileden geriye hiç kimse kalmadığı için unutulacak olmamız ihtimali. Ben ve benim gibi birçok insan bu vatan için sahip olduğu her şeyi ve herkesi feda etti. Yıllar sonra kimilerimiz hatırlanacak kimilerimiz ise unutulmaya yüz tutacak, belki de ben ve ailem ise hiç hatırlanmayacak. Ancak şunu biliyorum ki insan bu hayatta hatırlandığı müddetçe yaşar ve artık unutulduğu gün, tam manasıyla ölmüş olur. Ben de bu ailenin hatırlandıkça yaşayacağına inanıyor ve tarihe şunu not düşmek istiyorum;

  Ali oğlu Rıfat ve ailesi bu topraklar için kendini feda etti. Eğer bu harp kazanılırsa şunu unutmayın ki, bu harp çok büyük acılara ve fedakarlıklara mal olmuş bir harp. Bu vatan büyük bir mücadeleyle kazanılmış bir vatan. Bu vatan babamın, abimin, karım Zehra’nın, anamın ve oğlum Ali’nin kanıyla kazanılmış bir vatan.

Bir ailenin bu topraklar için yok olduğunu unutmayın, bizi daima hatırlayın ki bizler daima yaşayalım.”

 

                                                                                                Ali oğlu Rıfat

                                                                                Afyon Taarruzundan önceki son gece    

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

birömürlükask.öykü

birzamanlar.öykü