birzamanlar.öykü

                          

                 BİR ZAMANLAR



Kardeşim Ömer'e ve değerli babaannesine ithafen;


Yorgun vücudu altındaki, içine sert yün doldurulmuş döşeğin üzerinde boylu boyunca uzanırken, karnından gelen sesler gecenin karanlığında taş duvarlı odanın içinde yankılanır derecesine şiddetliydi. Korkuyordu, bu garip korkunun sebebi ise midesinden gelen seslerin yanı başında uyuyan kocasını uyandıracak olması ihtimaliydi. Üzerine çektiği yorgana sıkıca sarıldı, bacaklarını kendine doğru çekerek diz kapaklarını karnına dayadı. Bu hareketi sesi biraz daha bastırmış, bir süre sonra da uykuya dalmasına vesile olmuştu. Uyurken ise aklındaki tek şey yarın sabah kahvaltısında kendi payına düşecek olan bayatlamış, biraz da sertleşmiş olan yarım ekmekti.

1950’lerin sonuna yaklaşılmışken böyle tarihlerin dağ başına kurulmuş olan bu ücra köyde çok bir önemi olmuyordu. Bu insanlar hayatın “yaşanılan” kısmından o kadar uzaktılar ki, bazıları dünyanın sadece bu soğuk ve kimsesiz köyden ibaret olduğunu dahi düşünebiliyordu. Öyle ki bu düşünce onlar için haklılık payı olan bir sanıştı, çünkü bu köy; burada doğup burada ölen, ve bu süre içerisinde karşı köye dahi gidememiş olan insanların dünyasıydı. Dışarıdan ne kadar bir köy olsa da, burası onların büyük ve zorlu dünyasıydı.

Evleneli yaklaşık 2 ay olmuştu ve bu süre zarfında belki de hayatının en zorlu günlerini yaşıyordu. Sabah erkenden uyanıyor, kocasını işe yolcu ediyor ardından ise hayvanlarla ilgilendikten sonra ev işlerine geçip bütün günü temizlik, yemek, bahçe işleri, sürüden gelen koyunların sağılması derken gün bitiyor ve yorgun geçen günün ardından tekrar ertesi sabaha uyanmak için yatağına geçiyordu. Bu koca ailenin son gelini olması sebebiyle bütün işler kendisine yükleniliyor ve başta kaynanası olmak üzere diğer gelinler de bu genç kadına nazik davranmıyor, buldukları her fırsatta kendisini sürekli azarlıyorlardı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi yaptığı ağır işlere narin bedeni dayanamıyor, yatağa aç girdiği her gece bedeni biraz daha çöküyordu. Buraya geldiğinden beri her gece aç uyuyordu evet, çünkü kilerde sandığa kilitlenen erzaklara kaynanasından başka kimse ulaşamıyordu. Her gün yediği bir lokma ekmek ve diğer gelinlerden, onların doymak bilmez iri cüsseli çocuklardan arda kalanlardı. Artık dayanamıyor, vücudu her geçe gün biraz daha eriyor ve git gide zayıflıyordu. Ancak zor olduğunu düşündüğü hayatının aslolan kısmı henüz yeni başlıyordu.

Bir gün annesine gittiği bir ziyaret esnasında annesi zaten zayıf olan kızındaki bu değişimi fark etmiş ve biraz kızının üzerine gittikten sonra olayın aslını öğrenebilmişti. Şaşırmamıştı bu olanlara, çünkü kızının bugün yaşadığı her şeyi, zamanında kendisi de yaşamıştı. Gidip kavga etmek çözüm değildi, bu sadece kızının daha da ezilmesine, hatta kocasıyla dahi arasının açılmasına sebep olacak bir şeydi. O yüzden daha başka bir şeye karar verdi, tereyağı ve ekmekle doldurduğu boğçayı kızının ince kollarının arasına sıkıştırıp evine doğru yolcu etti. Kızının gitmek istemediğini hissediyor, ancak bunun için elinden pek bir şey gelmiyordu.

Eve varır varmaz annesinin verdiği boğçayı gizlice ahırların olduğu yere kadar getirdi. Kimsenin görmemesi gerekiyordu, aksi halde iyi şeyler olmayabilirdi. Ahırın köşesinde kazdığı bir çukurun içine elindeki boğçayı özenle yerleştirdi. Üzerine bir tahta parçası koyarak tekrar kapattı. Birkaç günlüğüne de olsa geceleri tok yatacak olmanın verdiği mutlulukla yapacağı işlere koyuldu.  

Ertesi gün sabah kalkıp diğer günlerin tekrarını yaşıyor ve yaşayacakken ailecek yapılan kahvaltıdan kendi payına düşen bir lokma ekmeği yedikten sonra kalktı, kalkmasa dahi yiyecek başka bir şey kalmamıştı zati. Karnı hala açtı ve bugün dağa tezek toplamaya gitmesi gerekiyordu. Akşama kadar dönmesi de pek mümkün gözükmüyordu. Bu sebeple geceleri için sakladığı boğçasından biraz yemeye karar verdi ve ev ahalisi boşalan kahvaltı sofrası etrafında günlük iş bölümünü yaparken hiç kimseye görünmeden ahırın yolunu tuttu. Toprağın altından çıkan ve muhtemelen bayatlamış olan bir parça ekmekle bir kaşık tereyağı yiyecek olmanın verdiği mutluluk yüzüne yansımıştı. Attığı her adımda bu mutluluk biraz daha artıyor ve içinde garip bir hissin peyda olmasına sebep oluyordu. En sonunda dün boğçasını sakladığı ahıra vardı ve sessizce tahta ahır kapısından içeri girdi. Loş karanlığı ahırın penceresinden içeri süzülen ışık demeti dağıtıyor, burnu acıtan keskin koku insanın genzini yakıyordu. Gömdüğü yerden çıkardığı ekmek ve tereyağını hızlıca açtı, bulunduğu yerin kokusuna ve karanlığına aldırmadan büyük bir iştahla yemeye başladı. Beyaz dişleri kurumuş ekmeği koparmaya çalışırken bir sincabı andırıyor, korku ve mutluluğu aynı anda yaşayan, bir köşeye sinmiş narin bedeni ise çaresizliğini, yorgunluğunu; hayatın “gerçek” ve “acımasız” tarafını bir resim edasıyla tasvir ediyordu. Bu tasviri ise acı bir gıcırtıyla açılan ahır kapısının sesi ve bir anda içeriyi aydınlatan parlak ışık bozdu. Ardından görünen karanlık gölge ise tarifi mümkün olmayan bir korkuyu yaşamasına, ölene kadar unutamayacağı bir olayın ilk anlarına, belki bir gün öldükten sonra ise hala hatırlanıyor olacak olan acı bir hatıraya sebep olacaktı.

Karanlık gölgenin sahibi kocasının abisiydi. Kapıdan girdiği anda bulunduğu köşeye iyice sinmişti ancak bu pejmürde giysili adamın kendisini görmesine engel olamamıştı. Birbirleriyle göz göze geldikleri o birkaç saniyede her şey anlaşılmış, cereyan eden durum bütün hatlarıyla kavranmıştı. Sonrasında ise 
“Sen bizden ekmek mi çalıyorsun gâvurun tohumu” bağrışlarıyla narin ve güçsüz bedenin üzerine her indiğinde çatırdayan tahta sopanın sesi dışarlardan duyuluyordu. Sopanın her inişinde ağızdan çıkan küfürlerin ise haddi hesabı yoktu. Yıllar sonra sopanın acısı unutulacaktı ancak bu acı sözlerin açtığı yaranın acısı ebedi olarak kalacaktı.

Parçalara ayrılan ve bir köşeye atılan sopanın ardından başına inen sert tekmeler kafasını yarmış, yüzünü tanınmayacak bir hale getirmiş, bir süre sonra da genç kadını bayıltmıştı. Bayılan vücudu elindeki ekmekle bir kenarı yığılmış kalmıştı. Kafasına inen tekmelerden korunmak için siper ettiği kuru ekmeği ise başından akan kanlarla ıslanmış, kırmızıya boyanmış, yumuşamıştı. Artık rahatça, korkmadan yenilebilirdi.   

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

birömürlükask.öykü