hazan.öykü




                             HAZAN


İnsan aslında hayatın derinliklerine gizlenmiş acı bir tasvirdir. Nasıl her gün güneş yeniden doğup doğa yeniden uyanıyorsa, insanda tüm bu süreçleri aynı olarak yaşayan bir hayat illüzyonudur. Güneş doğar, insan uyanır; duyguları uyanır, geceleri uyurken sabah olmasını ümit ettiği umutları uyanır. Ancak günün, belki de hayatın sonunda yine aynı şeyle karşılaşır.

“Aldanmak, yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin.”

İnsan güneşin doğuşuyla uyanmalı, o şehvet ve arzuyla hayata başlamalı denilir. Ancak bu küçük yerde bu felsefi sözün çok hükmü olmuyor. Evet, uyanıyor insanlar, ancak güneşten de önce…
Daha günün ağarmasına birkaç saat olmasına rağmen gecenin karanlığında uyanmışlar, poğaçalarına koydukları ikişer ekmek ve birkaç domatesle yola koyulmuşlardı. Erkenden kalkıp herkesten önce gitmeleri gerekiyordu, aksi takdirde toplayıp eve getirmeyi umut ettikleri şeyden kendilerine kalmayacaktı. Neydi peki insanı gecenin yarısında uykusundan uyandırıp bu saatte yollara düşüren? Çok değerli olmalıydı, öyle ki değerliydi de, ancak sadece o saatte uyanan iki kadın için değerliydi.
Hızlıca bindikleri kayıkla gölden geçerek suyun ortasındaki kara parçasına ulaşmışlar, hiç beklemeden getirdikleri çuvalları doldurmaya başlamışlardı. Ne mi dolduruyorlardı? Bok. Evet, sadece bok, gecenin ortasında bu iki kadını uyandırıp buraya getiren o değerli şey boktu. Ağır ve hoş olmayan bir kelime gibi geliyor kulağa, ancak onlar için bu kadar basit ve söylenmesi dahi tahammül edilemeyecek bir şey değildi. Onlar için sıcak bir ev, ocakta pişen bir kap yemek, mutlu ve huzurlu uyuyan çocuklar demekti. Çünkü onların başka bir seçeneği yoktu, kışın dondurucu soğuğunda topladıkları bu hayvan atıklarından başka yakıp ısınacak, yemeklerini pişirecek bir şeyleri yoktu. Bir insan bundan başka daha neye muhtaç kalabilirdi ki hayatta?
Biraz çalışıp gün ağarmaya başladıktan sonra işlerini bırakıp getirdikleri azıkları hızlıca yediler ve tekrardan işe koyuldular. Buradaki işi çabucak halledip dönmeleri gerekiyordu, çünkü yapmaları gereken bir sürü iş vardı daha.

Bir erkekten kalır yanı olmadan sertçe çalışan bu iki kadın getirdikleri çuvalları doldurdular ve kışlık yakacaklarını çıkarmanın verdiği mutlulukla toparlanmaya başladılar. Güneş biraz daha yükselmişti, gökyüzünün maviliği göle yansıyor hafiften esen rüzgârla huzur veren bir ahenk oluşturuyordu.

Kayıklara yükledikleri çuvallarla evlerinin yolunu tutmuşken, gölün üzerinde ağır ağır süzülen kayığın içinde hem sohbet ediyorlar hem de doldurdukları çuvalların ağızlarını bağlamak işiyle ilgileniyorlardı. Tam bu sırada birisinin gözüne ufukta hareket eden bir şey göründü. Başta ne olduğunu anlayamasa da kendilerine doğru biraz daha yaklaştıktan sonra sabahları ilçeye giden otobüs olduğunu anlayabildi. Ancak bir gariplik vardı bu işte, çünkü sabah giden otobüs her gün öğleden sonra gelirdi. Şimdi ise güneş dahi yeni yükselmeye başlamıştı. Bu absürtlüğün zihninde yarattığı karmaşayla yollarına devam ettiler.

Kıyıya yaklaşmışlar, az bir süre sonra inmek üzerelerken bu defa uzaklardan bir kız çocuğu belirdi. Elleri havada bir o yana bir bu yana gidip geliyor, bir yandan bağırtıları hafifçe duyuluyor, bir yandan da bir şeyler anlatmak istediği seziliyordu. Kıyıya yaklaştıkları her an ses biraz daha belirleşiyor ve 

“Anaa, anaaa” nidaları biraz daha net duyulmaya başlıyordu.
Kayık biraz daha kıyıya yaklaştıktan sonra deli gibi bağıran bu kız çocuğunun kendi kızı olduğunu anlayabildi, aradan geçen birkaç saniyenin ardından ise duyduğu o sözleri bir daha hiç unutamayacaktı.

“Anaaa babam ölmüş.” Ara ara gelen hıçkırık sesleri bu üç kelimelik haberin insanda uyandırdığı hisleri farklı bir noktaya taşıyordu.

Kayıktan iner inmez evinin yolunu tutmuştu. Küçük kızından aldığı bu haberin doğruluğunu hala idrak edemiyor, bu durumu kabullenmek istemiyor ve tüm bu yaşananların bir rüyadan ibaret olmasını diliyordu. Ancak evinin önüne geldiği anda şahit olduğu kalabalık ayaklarını yerden kesti, zihnine kocaman bir çivi çaktı. İşte o an içinde bir volkan patladı ve ne yapacağını bilemedi. Ağlamak, bağırmak, saçlarını yolmak bir çözüm müydü ki? Kendini yerlere atıp bağıra çağıra ağlasa bir çözüm olacak mıydı ki, o an hangi eylem bu acıyı hafifletebilir ve insanı sakinleştirebilirdi? Hangi söz bu dayanılmaz acıya mana olabilirdi ki?Evet bunların hiçbiri bir çözüm değildi, ancak bir arayış, bir kavrayış, bir yüzleşme çabasıydı. Hayatla, gerçekle, ölüm denen ve günün birinde ödenecek olan bedelle. 

Ancak hala hayatın gerçekliğini kavrayamamış olanlar da vardı. Babasını kaybetmenin verdiği acıyı şu an için idrak edemeyecek bir kız çocuğu gibi. Ve bir de sabah babası evden giderken kendisinden televizyon isteyen, akşam babasıyla birlikte gelecek olan televizyonun hayalini kuran 4 yaşında bir çocuk gibi. Erkenden gelen otobüsle televizyonu da gelmişti, babası sabah ilçeye varır varmaz almış ve otobüsün bagacına yerleştirmişti. Akşam eve döndüğü zaman çocuklarının yüzündeki o mutluluğu görebilecek olmanın verdiği umutla almıştı o televizyonu, ailesiyle beraber izlemeyi düşündüğü sıcak kış günlerinin hayaliyle almıştı. 

Peki ya birkaç saat erken gelen bir televizyonun bedeli ömür boyu babasız kalmak mı olmalıydı?

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

birömürlükask.öykü

birzamanlar.öykü