kışuykusu.öykü
KIŞ
UYKUSU
Günlerdir yağan kar her tarafı
beyaza bürümüş, soğuğunu bütün şiddetiyle hissettirmeye başlamıştı. Toprak
damlı evlerin bacalarından tüten gri dumanların yoğunluğu kışın şiddetini kendi
için tasvir ediyor, bu küçük damların altında yaşayanlar ise ellerinden geldiği
kadar soğuğa dayanmaya, hayata tutunmaya ve yaşamaya gayret ediyorlardı.
Hasan ve Emine de bu köyün hayatta
kalma telaşına düşmüş insanlarından sadece ikisiydi. Tabii birde yeni doğmuş,
henüz beş aylık olan küçük yavruları Fatma vardı. Evleneli yaklaşık iki yıl
olmuş ve anasız babasız büyüyen Hasanın dedesinden kalan iki gözlü kerpiç eve
yerleşmişlerdi. Çok rahat ve sakin bir hayatları olmasa da mutluydular, Fatma
doğduktan sonra daha da mutlu olmuşlardı tabi. Ancak doğumunun sonbahara denk
gelmesi Emine için çok da iyi olmamıştı. Küçük yavrusuna bakmakta zorlanıyor,
gündüzleri sazda çalıştıktan sonra eve gelip hem yemek hazırlıyor, hem kızına
bakıyor, hem de bu soğuk kış gününde iki güne bir kızının bezlerini yıkıyordu.
Kuyudan getirdiği su ancak üç gün yetiyor, hatta bazı zamanlar kuyu don olduğu
için göle inmesi gerekiyordu. Tüm bu çileler ise Emine’yi bu soğuk kış günlerinde
perişan ediyordu.
Köyün geneli geçimlerini gölden
tuttukları balıkla ve yahut derdikleri kamışları satarak sağlıyordu. Hasan da
bu balıkçılardan biriydi. Ancak bu kışın sert geçmesi sebebiyle gölde balıklar
azalmış, ve donan gölde balık tutmak artık çok zorlaşmıştı. Bu sebepten dolayı
Hasan da kamış dermek mecburiyetinde kalmıştı. Kamış derme işi tek kişinin
yapabileceği bir iş olmadığından Emine de Hasan’la saza gitmek zorundaydı. Tabi
Emine’yle birlikte küçük yavruları Fatma da. Onu bırakacak kimseleri yoktu
çünkü, olanlar da zaten geçim derdine düşmüşlerdi.
Yine bir kış günü Emine sadece iki ekmek
ve bir kap tereyağından oluşan azıklarını hazırlamış, kızı Fatma’yı sırtına
kalın battaniyelerle sardıktan sonra üçü hep beraber yola koyulmuşlardı. Aslında
Emine bugün gitmek istememişti, art arda günlerdir gitmeleri sebebiyle Fatma
biraz hastalanır gibi olmuştu. Ancak geçinmek, yaşamak zorundaydılar. Çünkü
hayat onlara başka bir tercih hakkı sunmamıştı.
Sazlık gölün arka tarafındaydı,
normalde kayıklarla gittikleri yere bu defa yürüyerek gitmek zorundaydılar,
çünkü insanın kanını donduran bu ayaz gölü dahi dondurmuştu. Bu yüzden yaklaşık
iki üç kilometrelik bir yürüyüşten sonra sazlığa ulaşabiliyorlardı. Kışın
ellerine yapışan oraklarla derdikleri kamışları ise düzgünce istifliyorlar,
baharın satmak için sazlığın boş ve susuz bir kısmına bağladıkları kamışları
dik bir şekilde dizerek huğ öbekleri yapıyorlardı. Emine ise bu huğ öbeklerinden birisinin içine yaptığı oyuğa kızı Fatma’yı bırakıyor işine öyle devam
ediyordu. Küçük yavrucak ise bazı zamanlar ağlıyor, ağlamaları uçsuz bucaksız
boş sazlığın içinde ötelerden duyularak yankılanıyordu. Ancak elden bir şey
gelmiyordu. Bir süre ağladıktan sonra cılız bedeni yorgun düşüyor, göz
alabildiğine beyaz olan gölün kucağında uykuya dalıyordu.
--Hadi Emine,
emzir artık da başlayalım vakit geç olmadan.
--Tamam
geliyorum
Küçük yavrusunu hızlıca emzirip kamışlardan yaptığı oyuğa bıraktı. Fatma bir anda ağlamaya başlamıştı, oysaki hiç böyle yapmazdı, anasını emdikten sonra uykuya dalar, birkaç saatliğine de olsa sessizce uyurdu. Emine çaresizce bıraktı bebeğini, battaniyelere sıkıca sarıp kamış tüyleriyle etrafını iyice bastırdıktan sonra kocasının yanına doğru yol aldı. Bebesinden uzaklaştıkça ağlama sesleri biraz daha azalıyor, ancak Emine’nin yüreğindeki acı attığı her adımda daha da artıyordu.
Hasan orakla derdiği kamışları arkasındaki Emine’ye uzatıyor, Emine de bir araya topladığı kamışları bağ yapıp geriye dönerken toplamak üzere kenara bırakıyordu. Karı koca bu işi çok hızlı yapıyorlar, bir dakika dahi dinlenmeden buz kesen soğuğa rağmen saatlerce çalışabiliyorlardı.
Vakit ilerlemiş öğlen olmuştu. Normalde bu vakitler küçük Fatma ağlamaya başlar, Emine hem onu emzirmek hem de azığı almak için göl kenarına giderdi. Fakat bugün Fatma’nın ağlamasını duyamadı, kulak kesilip dikkatlice birkaç kez dinledi ancak yine bir şey yoktu. Sabahki ağlamasından sonra kızının uzun ve derin bir uykuya yattığını düşünerek işine devam etti.
Kamış dermeye
dalıp gitmişlerken acıktığını ve kıyıdan çokça uzaklaştıklarını ilk fark eden
Hasan oldu. Emine’sine baktı, hala çalışıyordu. Bir erkek gibi yorulmadan,
büyük bir edayla çalışıyordu.
--Sen git yavaştan haydi. Önce bebeyi emzir sonra karnımızı doyururuz. Şu önümü dereyim ben de geliyorum.
Emine bağladığı kamışları kenara ayırarak geriye dönerken bebesinden hala bir ses seda gelmediğini fark etti. Telaşlanmıştı, adımlarını biraz daha hızlandırdı. Emine yürüdükçe, attığı her adımda kara lastiğin kamış köklerini ezerken ki çıkardığı sesin şiddetti de artıyordu. Kızına yaklaştığı her an kulağıyla dikkat kesiliyor bir şeyler işitmeye çalışıyordu ancak boşa, soğuk ayazın kulaklarında bıraktığı uğultudan başka bir şey duyulmuyordu.
Sonunda kızına bıraktığı kamış huğunun yanına gelebilmişti. Hızlıca beyaz karlı toprağın yüzüne, dizleri üzerine çömeldi. Bebesini sardığı kamış tüylerini temizlerken kalbi deli gibi, göğsünden çıkacak derece de atıyordu. Son olarak kızını sardığı battaniyeyi de açmıştı. O anki yaşadığı his kelimelerle tasvir edilecek bir acı değildi.
Yeni yeni çıkmaya başlamış siyah saçları altındaki beyaz yüzü öyle bir parlıyordu ki, dışardaki kardan daha göz alıcı bir parlaklıktı bu. Sessizce ve sakince, derin bir uykuya dalmış bir yüzdü bu. Kalın battaniyelerin arasında, kaskatı kesilmiş küçük bir bedenin, mutlu ve huzurlu sonsuz bir uykuya dalan minik Fatma’nın yüzüydü bu yüz.
Bu da yazdığın diyet yazılar gibi akıcı ve güzel sıradaki yazını heycanlı bekliyorum :)
YanıtlaSilTeşekkürler dostum 😊
Sil