gölgesizler.öykü
GÖLGESİZLER
Bu öykü Nuri Bilge Ceylan’ın “BİR ZAMANLAR
ANADOLU’DA”
filmine ithaf edilmiş olup yaşanmış bir
hadiseden uyarlanmıştır.
Anadolu’nun ücra köşelerinde, bozkırın
derinliklerinde kaybolmuş küçük bir köy. Varlığından sadece birkaç yüz insanın
haberdar olduğu, haritada bir noktadan ibaret olan, ancak kocaman hayatların
yaşandığı; dünya üzerinde bir yer olan, ancak kendi içinde de bir dünyayı
barındıran uzak diyarlarda bilinmezliklerle dolu bir köy…
Bütün şiddetiyle akmakta olan derenin yanına
gelip oturarak cebinden çıkardığı paketten bir sigara daha yaktı. Aklı hala iki
hafta önceki yaşanan olaydaydı. Kaybettiği muhtarlık seçimini bir türlü
kabullenememiş, aldığı mağlubiyetin verdiği bunalımın etkisinden hala kendine
gelememişti. Sürekli birilerine kızıyor, aldığı bu yenilginin sebebini sürekli
birilerine mal etmeye çalışıyordu. Birkaç dakika sonra ise bedenini büyük bir
nefret kaplıyor, yaktığı her sigarada bu nefreti biraz daha artıyordu. Yaşadığı
bu belirsiz duygulara kendi de mana veremiyor, duyduğu bu kinin ve öfkenin
sebebini bir türlü anlayamıyordu. Zati şu an içinde bulunduğu durum sebebiyle
bunları ne umursuyor ne de düşünüyordu. Aklından geçen tek şey bu işin böyle
bitemez olduğu düşüncesiydi.
Art arda içtiği birkaç sigaranın ardından verdiği
karar neticesinde süratle yerinden kalkıp evine doğru yol aldı.
Eve gelir gelmez kimselere gözükmeden
yattığı odadaki çekmecede birkaç havlu ve yazmanın arasına sarılmış beylik
tabancasını alarak tekrardan geldiği süratle evden çıktı ve köyün ıssız
sokaklarını ağır adımlarla arşınlamaya başladı. Nereye gideceği ile alakalı bir
karar vermemişti, ancak adımları onu farkında olmasa da gitmek istediği yere,
yapmak niyetinde olduğu iş için götürüyordu.
Köy yolundan yürümeye devam ederken
evlerden biraz uzaklaşmış, mezarlığın yanına kadar gelmişti. Durakladı, güneş
kavurucu sıcaklığıyla parıldamaya devam ediyordu. Beline sıkıca soktuğu
tabancasını çıkarıp süzmeye başladı. Bu eylemi ne kadar sürdürdüğünü bilmezken
dalıp gitmiş, karşıdan gelmekte olan traktörün gürültülü sesiyle kendine
gelebilmişti. Biraz önce çıkardığı tabancısını soğukkanlı bir şekilde tekrar
yerine sokarak kendisine doğru gelmekte olan traktörü beklemeye başladı. Birkaç
dakika önce uzaklarda beliren traktör artık yanına kadar gelmiş, yorgun sesi
yavaş yavaş kesilerek istop etmişti.
--Nereye
böyle Hüseyin ağa, köye gidiyorsan eğer atla götüreyim.
Biraz önceki soğukkanlı yüzü birden
sertleşti, alnı çatıldı.
--Nasıl
adamlarsınız lan siz, hala hiçbir şey olmamış gibi yüzsüz yüzsüz
davranıyorsunuz. Sizden büyük şerefsiz gelmedi bu dünyaya daha.
--Orda
dur bakalım Hüseyin Ağa, ağzından çıkanı kulağın duysun.
Tok sesini biraz daha yükselterek biraz önce
beline yerleştirdiği tabancayı yavaşça kavradı.
--Bu
kadar mıydı sizin adamlığınız, yalınızı kim verirse onun kapısında yatacak köpekler
miydiniz siz?
--İleri
gidiyorsun Hüseyin, bir muhtarlık yüzünden aramız bozulmasın, yüz yüze
bakacağız yarın, düğünü var ölüsü var bunun.
Kavradığı tabancasını sağ eliyle belinden
çıkardı, ancak traktördeki adam henüz bunun farkında değildi.
--Şimdi
Hüseyin oldu ha pezevenk evladı.
Traktöre doğru yönelttiği tabancayı ardı ardına
saydırmaya başladı. Çıkan keskin ve gürültülü ses mezarlıktaki bütün canlıları
şaşkına çevirip dinlenmekte olan kuşları havalandırmıştı.
Tabancasını son kez ateşledikten sonra
saniye dahi beklemeden geldiği yoldan tekrar köye doğru yürümeye başladı.
Adımlarını koşar gibi atıp ilerlediği sırada traktörün koltuğundan sızan kanlar
yerde küçük bir gölcük oluşturmuş, kahverengi toprakla karışarak kırmızı bir
çamur meydana getirmişti. Bir süre sonra sızan kan damlalara dönüşmüş, kırmızı
çamurun üzerine tane tane akmaya başlamıştı.
Patlayan silah kulağında acı bir çınlama
bırakmış olsa da bunun farkında değildi. Tabi bunun farkında olmadığı gibi, şu
an kim olduğunun, ne yaptığının ve nasıl bir durumun içinde olduğunun da
idrakinde değildi.
Hedefsiz adımları kendisini toprak damlı
bir evin önüne getirmişti. hala elinde taşıdığı, namlusu henüz soğumamış
tabancasını unutmuş olacak ki durunca tekrardan fark etti.
--Cemall,
Cumaliii çıkın dışarı!
Birkaç saniye bekledi, herhangi bir cevap
alamayınca bağrışını yeniledi.
--Size
diyorum it sürüsü, çıkın dışarı lan.
Yine birkaç saniye daha bekledi, elinde
tabancasıyla toprak damlı eve doğru ilerlerken tahtı kapı bir an da açıldı.
Kapıda beliren kucağında körpe çocuğu, arkadan bağlı renkli yazması ve siyah
maksisiyle genç bir kızdı.
--Hayırdır
Hüseyin Emmi ne bu telaşın?
Genç kız daha cümlesini bitirmemişti ki
arkasında genç iki delikanlı belirdi.
--Ne
bağırıyorsun Hüseyin ağa, geldik işte.
Tabancasını doğrultup tekrar ateşlemeye
hazırlanırken biraz önce çıkan genç kız ilişti gözüne. Bir an da tasvir
edilemeyecek kadar karışık duyguların içinde buldu kendini. Gözlerinden ateş
püskürüyor, ancak içinde, derinlerde bir yerde ne olduğunu bilmediği bir
duygunun esiri oluyordu. Kucağında çocuğuyla bekleyen genç kızla göz göze
geldiği sırada ise bütünüyle bedeni kasılmış, olduğu yerde taş kesilmişti. Bu
anın bozulmasına sebep olan şey ise genç kızın kocasının, kucağında çocuğuyla
bekleyen karısını koluyla arkasına alması ve içeri girmesini söylemesiydi.
Kaskatı olmasına sebep olan gözlerden artık
koptuğu için buraya neden geldiğini tekrar hatırlamış, elindeki tabancanın
üçüncü kez yeniden farkına varmıştı.
Bu defa karşısında iki genç delikanlı
dikiliyordu. İkisi de meraklı gözlerle karşılarında duran adamı süzüyor, ara
ara da akılları tarladan dönmek üzere olan babalarına gidiyordu.
Ortalığın sessizliği, bu sakin köyün huzurlu
havası bir kez daha ardı ardına patlayan silah sesleriyle dağılmıştı. Sanki hiç
durmayacakmış gibi, saatlerdir atılıyormuş gibi hissedilen sesler artık iyice
ısınan tabancanın son kurşunu da namlusundan göndermesinin ardından kesilmişti.
Yine bir duraklama, idrak edilmesi güçlük çekilen, gözlerin inanması imkânsız
görülen feci bir manzara. Ardından ise tabanca seslerinin yerini alan acı
çığlıklar, tok bağırışlar. Sonrasında ise yolunmaya başlayan saçlar, parçalanan
elbiseler, kendini yerlerde sürükleyen, acısını bunlardan başka ne şekilde
ifade edeceğini bilmeyen gencecik bir kız. Elinden başka ne gelir ki, hangi
büyük söz, hangi eylem bu acıyı hafifletebilir ki? İçerden gelen çocuğun
ağlayış sesleri ise çığlıkların arasına karışıyor. Ne anlatmaya çalıştığını,
niye ağladığını kimse bilmiyor.
Mezarlıkta üç cenazenin, bir baba ve iki
oğulun yan yana gömüldüğü sırada uzaklarda bir mezar başında düşünceli
düşünceli oturan yaşlı bir adam var.
--Sen
neden üzgünsün ihtiyar, ölüm seni de mi korkutmaya başladı artık yoksa. Üzülme
bu kadar, kader.
--Onun
için üzüldüğümü de nereden çıkardın?
--Ya
niye üzülüyorsun?
--Hüseyin
ağanın oğluna üzülüyorum. Ahmet’e.
--Haklısın,
kimsenin yüzüne bakamaz artık, babası üç kişiyi öldürmüş biriyle kim dostluk
eder ki?
--Ben
o sebepten de üzülmüyorum.
--Ooo,
sen de sıktın ama ihtiyar, niye üzülüyorsun peki söyle de biz de bilelim.
--Ah
oğlum ah. Giden üç candan sonra o çocuğu, Ahmet’i yaşatırlar mı sanıyorsun sen?
Yorumlar
Yorum Gönder