zincirsiz.öykü


                                    ZİNCİRSİZ


   Bu sabah da erkenden kalkıp uzun uzun dışarıyı seyrettim eski penceremden. Güneş bugün de doğmuş, kuşlar bugün de müthiş bir aşkla ötüşmeye başlamıştı. Penceremin arka bahçeye bakması ve ufukta kocaman uçsuz bucaksız bir ormanın görünmesine rağmen benim gözüm sadece tellerin arkasındaki büyük ağacın altındaydı. Bir an önce günün ilerlemesini, öğlen yemeğinin yenilmesini ve dışarıya çıkılmasını arzu ediyordum. Çok özlemiştim çünkü onu…
    Buraya neden ve ne zaman geldiğimi bilmiyorum, daha doğrusu hatırlamıyorum dersem daha doğru olur. Yaklaşık bir ay önce yine bu yatakta uyandığım günün birinde, her şeyi unutmuştum. Geçmişime dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Garip bir histi, uyanıyorsun ve kim olduğunu, nerde olduğunu bilmiyorsun. Birde otuz yaşındaysa eğer insan… Otuz yaşında doğmuş gibi tuhaf bir his.
    Neyse ki bu yabancılığım kısa sürdü. Kaldığım odadaki arkadaşım ve ondan sonra en çok vakit geçirdiğim, kendisine dilsiz denilen biri buraya alışmam konusunda bana yardımcı oldular. Ben de onlara çabuk ısındım, şu an buradaki en iyi dostlarım onlar.
    Onların anlattıklarına göre, daha doğrusu çirkinin anlattığına göre burası bir akıl hastanesiymiş. Akli dengesini yitiren ve deliren kişileri buraya kapatıyorlarmış ve ne zaman çıkacakları bilinmiyormuş. Bu sorun değil benim için, çünkü ben buraya nasıl geldiğimi dahi bilmiyorum. Bir suç mu işledim, acaba bende dilsiz gibi birileri tarafından mı bu hale getirildim, yoksa çirkin gibi ailesi tarafından mı buraya terk edildim. Hiçbirini bilmiyorum, bir ailem var mı yok mu onu dahi bilmiyorum.
   Çirkin neredeyse üç haftadır buradaymış. Anlattığına göre babasını parçalayarak öldürmüş ve sonrada her bir parçayı farklı yerlere gömmüş. Bunu yapmasının sebebi ise küçükken babası tarafından yüzüne asit dökülmesi ve yüzünün sol tarafında feci bir yanma meydana gelmesi. Kendisine çirkin denilmesinin sebebi de bu olmalı, gözleri hariç yüzünün geri kalanı buruşmuş bir kese kâğıdını andıran bu adama buradaki aptal hemşire ve doktorların yakışıklı diye hitap etmesi saçma olurdu.
     Dilsizin ise ne zamandır burada kaldığını, buraya hangi sebeple geldiğini kimse bilmiyor. Ancak uzun bir müddettir burada oluşu hasta bakıcılarla olan ilişkisinden belli. Konuşamaması sebebiyle bir şey de anlatamıyor. Sadece birileri tarafından kötü bir şekilde dövüldüğü ve bu hale geldiği bilgisi dolaşıyor ortalarda. Bu söylenti yanlış dahi olsa, ben onun çirkin gibi birini öldürüp buraya gelmiş olabileceğine asla inanmıyorum. Çünkü o burada yaşamayı hak etmeyecek kadar temiz ve iyi kalpli biri.   
    
    Ben penceren uzakları seyretmeye devam ederken çirkin de uyanmıştı.
--Yine mi cam başı bekliyorsun. Bir şeyler oldu sana bu son bir haftadır. Neye bakıyorsun böyle her gün her gün?
Sinirliliği her an olduğu gibi bu sabah da üzerindeydi. Neye baktığımı ona şuan anlatmak istemiyordum, belki birkaç gün sonra. Bu sebeple sıradan bir cevapla geçiştirdim.
--Dışarıyı seyrediyordum öyle, bilirsin işte beni…
Bir süre konuşmadan gözlerini ovuşturdu yatağının içinde ve doğruldu. Ardından konuşmaya devam etti.
--Bu hayatta en çok neyi merak ediyorum biliyor musun, senin gibi bir adamın niye böyle pislik bir yere düşmüş olabileceği. Ben kafası gidik bir katilin tekiyim. Dilsiz desen… Onun durumu da belli. Peki ya sen, sen niye buradasın.
     Başımı çevirmeden dışarıyı seyretmeye devam ederek cevap verdim.
--Bir bilsem. Hasta bakıcılara hemşirelere, hepsine tek tek soruyorum ama hepsinden aldığım cevap aynı, benim bu konularla alakalı bilgim ve yetkim yok. Bunu kime soracağımı da söylemiyorlar, sanki hepsi birden sözleşmiş gibi.
Cevabını bulduğun zaman ilk bana söyleyeceksin, diyerek yatağından kalktı ve lavaboya gitmek için odadan çıktı. Onun arkasında bende kahvaltıya inmek için kalktım, üzerimi giyindim. Aşağı giderken dilsizi de uyandırıyorum, malum; konuşamadığı gibi söylenenleri de duyamıyor. O yüzden sabahları biri dürtmediği takdirde öğlene kadar uyuyabiliyor.
   Dilsizi de uyandırdıktan sonra kahvaltıya indik beraber. Bize verilen bir parça ekmek ve birkaç kahvaltılığı yedikten sonra birer bardak daha çay içtikten sonra boş boş şeylerle ilgilendiğimiz o büyük odaya çıktık. Ben dışarı çıkmayı istiyordum ancak buna izin vermiyorlardı. Sadece öğle yemeğinden sonra iki saatliğine buna imkân vardı. O saatin gelip kapının açılmasını dışarıya çıkmayı sabırsızlıkla bekliyordum. Ama şimdi öğlene kadar olan bu zamanı geçirmek için bir şeyler yapmalıydık, o yüzden her gün burada bir şeylerle uğraşıyorduk.
    Konuşamamasına rağmen dilsizle o kadar iyi anlaşıyor ve beraber o kadar güzel vakit geçiriyorduk ki, buna şaşmamak elde değildi. Keşke konuşabilseydi diye içimden geçirdiğim çok oluyor, bunun mümkün olmadığını biliyorum ama, insan onun bu içtenliğini görünce dayanamıyor.
    Çirkinle biz genelde televizyon izleriz, hiçbir şey duyamamasına rağmen dilsiz de bize katılır, hatta bazı zamanlar sanki duyuyormuş gibi tepki de verirdi. Sonra dilsizin en iyi olduğu işe geçerdik. Pastel boyalarla muazzam resimler yapıyordu, belki küçüklüğünden beri bunu seviyordu, belki de bu ustalığa burada erişmişti. Ama bunun ne önemi vardı ki?
 Dilsiz resim yaparken çirkinle beraber bizde ona eşlik ederdik, çirkin ne kadar bu resim olayından nefret etse de, burada başka arkadaşı olmadığı için mecburen dâhil olmak zorunda kalıyordu.
     Bugünümüz de bu şekilde geçmiş ve öğlen olmuştu. Hızlıca yemeğimi yedikten sonra dış kapının önüne geldim ancak kapı hala açılmamıştı. Her geldiğimde burada duran adamlardan biri yine bekliyordu. Yavaşça yanına yaklaştım, kapının neden kapalı olduğunu sordum. Beni uzunca süzdü, başını dışarı çevirdi ve bahçede yürümekte olan yine kendi gibi birini görünce uyuşuk hareketlerle kapıyı açtı.  Ben ona nispeten hızlı adımlarla kapıdan çıktım ve ilk olarak başımı kaldırdım, gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Ardından her sabah izlediğim tellerin arkasındaki o ağacın olduğu yere doğru yürümeye başladım. Attığım her adımda biraz daha heyecanlanıyor, her gün aynı şeyi yapmama rağmen; her defasında farklı bir heyecan duyuyordum. Telden yapılmış dört metre duvarla aramda az bir mesafe kalmıştı ki aniden gelen bir esinti ağacın arkasından olağanüstü bir güzellikte bir tutam saçı öyle muazzam savurdu ki. Bu beni daha da heyecanlandırmış ve hızlandırmıştı. Tel duvarın yanına geldiğimde olanca güzelliğiyle öylece orada duruyordu. Benim buradaki küçük dünyamın büyük güneşiydi o. Benim gibi akıl hastanesinde kapalı ve kim olduğunu bilmediği adamla niye böyle bir maceraya girmişti bir türlü anlam veremiyordum. Sonra bunu boş veriyordum, ne önemi var ki deyip, sadece onu düşünüyordum.
     Adı Rüya’ydı. Yaklaşık iki hafta önce yine burada, bu ağacın altında karşılaşmıştık. Ben umutsuzca ve anlamsızca buralarda dolaşırken o karşıdaki bankta kitap okuyordu. Nasıl olduysa olmuş ve göz göze gelmiştik. Sonra bu tarafa doğru gelmeye başladı. Tabii ben hala onu izliyordum. Sonrası ise… Her gün buraya geliyor ve beraber muhabbet ediyoruz. Hastanedeki görevlilerin böyle bir şeye müsaade etmeyeceklerini bildiğim için ona ağacın arkasında kalmasını ve fazla ses yapmamasını söyledim. Ben de öylesine oturuyormuş izlenimi verdiğim için dikkat çektiğimiz söylenemezdi.
     Her zamanki masum yüzüyle bana baktı ve küçük bir tebessüm etti.
--Nasılsın?
Dalıp gitmiştim, gözlerinin içinde kayboluyordum adeta.
--İii, iyiyim… Sen nasılsın?
--Ben de iyiyim. Seninle konuşmam gereken bir şey var.
Bu cümleler bende biraz merak, biraz da heyecan uyandırmıştı. Acaba benim ona karşı hissettiklerimi oda bana karşı hissediyor ve bunu söylemek mi istiyor diye geçirdim aklımdan istemsizce. Ben bu düşüncelerle alakadar olurken o konuşmaya devam etti.
--İstersen seni buradan çıkarabilirim, ki bunu istersin değil mi?
Bu beklemediğim cümle karşısında kısa bir süreli şaşkınlık yaşadım. Aklımın ucundan dahi geçmemişti böyle bir şey. Bir şeyler söylemem gerektiğini düşünerek zorla da olsa konuşmaya başladım.
--İsterim tabi ki de, nasıl olacak bu? Öyle durduk yere beni dışarı çıkaracaklarını zannetmiyorum. Hem bir şekilde bu mümkün oldu çıktım diyelim, peki ya sonrası. Nereye giderim ne yaparım. Hiçbir şey hatırlamıyorum, dışarda kimseyi tanımıyorum.
--Ben varım. Ben yardım ederim sana. Aileni bulmana kim olduğunu öğrenmene. Bunları halledene kadar da benimle kalırsın, ben yalnız yaşayan biriyim zaten.
Hala sağlıklı düşünemiyordum, beklemediğim bir anda ve hiç aklımdan dahi geçmeyen bir anda açılan konu beni biraz şaşırtmıştı.
--Ömrünün sonuna kadar bu hapishanede mi yaşayacaksın, kim olduğunu bilmeden, geçmişini öğrenemeden.
Düşündükçe söylediği her kelime mantıklı gelmeye başlıyordu. Ömrümün sonuna kadar burada yaşayamazdım. Bunun nasıl mümkün olacağını merak ederek uzun süren sessizliğin ardında sordum
--Peki nasıl olacak bu? Nasıl çıkacağım buradan.
--Kimsenin yerini bilmediği bir giriş var, sol tarafta tellerin bazıları paslanmış ve kopmuş. Çalılarla kapalı olduğu için kimde farkında değil. Hava kararınca bahçeye gireceğim ve alt kattaki pencerelerden birinin parmaklıklarını çıkaracağım. Tabii senin o sırada orada olman gerekiyor.
     Kendimi şuan içinde bulunduğum durumdan bir sonuca ulaşarak çıkarmaya ve bir karar vermeye çalışıyordum. Başımı kaldırdım ve yüzüne baktım, gülümsüyordu. Bu söylediklerine gerçekten inanmıştı, gözlerinde görebiliyordum bu inanmışlığı. Ne kaybedebilirdim ki, kaybedecek neyim var ki bu saçma yerde. Peki ya kazanacaklarım… Sevdiğim kadını kazanacaktım ve bu benim için her şeye değerdi.
--Tamam… Gece yarısında giriş kapısının sağından 4. pencerede bekliyor olacağım.
Geleceğim, senin için geleceğim. Ama şimdi gitmem gerek, diyerek ayrıldı. Ben arkasından öylece bakakalmış, biraz önce konuştuğumuz her kelimeyi tekrardan hatırlayıp olayı kavramaya çalışıyordum. Basitti ama ben bu kaçışa inanmakta güçlük çekiyordum. Sonra aklıma yine o cümle geldi, ne kaybedersin ki?

    Öğlenden sonra bütün günümü yaşadığım o esrarengiz anı düşünerek ve bir sonuç çıkarmaya uğraşarak geçirdim. Yarın belki de nemim için bambaşka bir hayat başlayacaktı. Her gün birileri tarafından azarlanmadığım ve deli sıfatıyla yaftalanmadığım yeni bir hayat. Dışarıya çıkmak için öğlen olmasını beklemeyeceğim, gerçekten anlamı olan bir hayat.
    İyice düşünüp kararımı vermiştim, Rüya’nın anlattığı şekilde buradan çıkacaktım ve yarın sabah bambaşka bir hayata, bambaşka birinin yanında uyanacaktım. Ancak dilsiz ve çirkinden ayrılacak olmam sebebiyle içimde biraz hüzün vardı. Eğer buradan gidersem onları bir daha göremeyecektim, bir daha beraber resim yapıp bahçede yürüyemeyecektik. Ama onları asla unutmayacağım, nereye gidersem gideyim, kimin yanında olursam olayım onları asla unutmayacağım.
     Akşam olmuş hava kararmış ortalık sakinleşmişti. Yemekten sonra odama çıktım ve belki de son defa, dışardaki dünyaya eskimiş penceremden bakmaya başladım. Ben ait olduğumu düşündüğüm hayata uzaktan bakarken odaya çirkin girdi. Beni uzun uzun süzdükten sonra yanı başımdaki yatağına oturdu.
--Sende bir şeyler var ama hadi bakalım. Yürüyüşe de gelmedin öğleden sonra. Bütün bahçeyi dilsizle dolaşmak zorunda kaldım.
Sustu, gözlerini yere dikip bakmaya başladı. Bir şeyler düşündüğü belliydi.
--Bu dilsiz garip adam. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama yapamıyor. Özellikle de seninle alakalı. Sen olmadığın zamanlar hep seni işaret edip garip garip hareketler yapıyor ama anlam veremiyorum hiçbirine. Keşke konuşabilseydi…
    Bunu bende o kadar çok isterdim ki.

    Saat on olmuştu. Yukarı çıkıp ilaçlarımı içmem gerekiyordu. Ardından da herkes odasına geçecek ve günün son sayımı yapılacak. Ve sonrasında benim maceram başlayacak. Bizim maceramız.
    Hemşirenin uzattığı bardaktaki rengârenk olan ilaçları tek seferde ağzıma attım ve yuttum. Dilsizle çirkini bulmak için etrafa göz gezdirdim. Yine beraberler arka masada oturuyorlardı. Onlar adına mutluyum aslında, yokluğuma çabuk alışacaklar. Birbirleriyle daha sıkı arkadaş olurlar artık.
    Odama geçip saatin on iki olmasını beklemeden önce dilsizle son bir kez daha görüşmek istedim. Oturdukları masanın yanına gittim ve ben de onlara dâhil oldum. Dilsiz tuhaf tuhaf bakmaya başladı nedense, bugünkü garipliğimi fark etmiş olmalıydı ama niye böyle bakıyordu anlayamadım. Göz göze geldik ve bana sanki “yapma” der gibi başını iki yana salladı. Bu şaşkınlığımı üzerimden atmam uzun sürse de ona aldırmadan odama çıktım ve yatağıma uzandım, saat on buçuğa geliyordu.
     Biraz sonra çirkinde geldi ve oda yatağına yattı. Uyanıktım ancak uyur gibi yaptım bir şeylerden şüphelenmemesi için. O yatar yatmaz uyurdu zaten. Bu gece de öyle oldu. O hiçbir şeyden habersiz uyumaya devam ederken benim heyecanım daha da artıyor, yarın sabahki uyanacağım hayata dair hayaller kurmaya devam ediyordum. 
   Karmaşık ve anlamsız duyguların arasında bir saat daha geçirdim. Saat on bir buçuk. Artık yavaş yavaş kalkmam ve aşağı kata inmem gerekiyor. Rüya’nın açacağı parmaklığın olduğu cam bir malzeme deposu, gündüzleri açık alıyor ama gece kitleniyor. Bunu bildiğim için bahçeden bulduğum birkaç sert çöpü kapının kilidine sıkıştırdım ve anahtarın girmesini engelleyerek kapının açık kalmasını sağladım. Tamir edeceklelerdi mutlaka ama yarın. Benim için en zor kısım belirli aralıklarla hastanenin içinde dolaşan hasta bakıcılar. Ancak hiçbiri beni korkutmuyor. Aklımda yine o cümle. Ne kaybedebilirim ki, burada bir hapishanede yaşamaktan daha kötüsü ne olabilir ki.
    Tabii en önemli kısım Rüya’nın söylediği gibi o çalılıklarla kaplı yerden girebilmesi ve nasıl yapacağını bilmediğim parmaklıkları açmasıydı. Elimden gelen tek şey iki hafta önce tanışmama rağmen âşık olduğum kadına inanmaktı ve ben ona sonuna kadar inanıyordum.
    Olabildiğince sessiz hareketlerle yatağımdan doğruldum ve ayağa kalktım. Çirkin hala ağır bir şekilde uyumaya devam ediyordu. Kapının önüne geldiğim zaman durakladım ve koridorda birilerinin olup olmadığını anlamak için bir süre koridoru dinledim. Sessizdi, kimse yoktu. Kapıyı yine olabildiğince sessiz hareketlerle açtım ve araladım. Bir kez daha kulak verdim ve gözümün ucuyla herhangi bir ışık olup olmadığını kontrol ettim. Kimse yoktu, araladığım kapıyı çıkabileceğim şekilde açtım ve kendimi koridora attım. Kapıyı tekrardan kapatmadım, çıkaracağı sesten emin değildim.
    Ağır ve ürkek adımlarla merdivenlere doğru yürümeye başladım. Attığım her adımda mutluluğum ve umudum biraz daha artıyordu. Bu adımları sanki özgürlüğe ve mutluluğa atıyormuşum gibi hissediyordum.
    Merdivenlerden de indikten sonra kendisine görünmeden geçmem gereken bir hasta bakıcı vardı. Ama genelde uyudukları ve ters giden bir şeylerin olabileceğine inanmadıkları için bunun kolay olacağından emindim.
    Merdivenlerin son basamağına geldiğimde durakladım, kafamı duvarın arkasından uzatıp bütün koridora iyice göz gezdirdim. Bu arada gözüme karşımdaki duvarda duran saat takıldı. Yirmi dakika vardı gece yarısına. Son kez derin bir nefes daha alıp atıldım koridora, adımlarımın hızı biraz daha azalmıştı. Geçmem gereken hasta bakıcının odasının önüne geldim. Odanın bu tarafında kocaman bir cam olduğu için içerisi rahatlıkla görülebiliyordu. Aynı şekilde içerden de dışarısı.
    Yine odanın içine göz ucumla baktım, tahmin ettiğim gibi içerdeki adam hiçbir şeyden habersiz uyuyordu. Hızlıca geçtim, Rüya’nın parmaklıklarını açacağı odanın kapısının önüne geldim. Koridorda, bütün hastane binasının içinde ölüm sessizliği vardı sanki.
   Artık son bir şey kalmıştı yapmam gereken, sonrasında her şey daha farklı ve daha güzel olacaktı. En ufak bir çıtırtı dahi çıkarmamaya çalışıyordum. Buraya kadar gelmişken, artık geri dönmek istemiyordum o odaya.
   Yavaş hareketlerle gündüz bozmuş olduğum kapının kilidinin değiştirilmemesini ümit ederek kolu aşağı doğru bastırdım. Kulağa gelen ve bütün koridorda yankılanan bir tık sesi. Oysa bu sesi gün içinde binlerde defa duyuyorum ve aldırış etmiyorum. Şimdi ise bu ses benim özgürlüğümün sesi oldu. Hareketsiz bekledim yaklaşık bir iki dakika. Sessizlik hala devam ettiğine göre duyan olmamıştı sesi. Kapıyı yavaşça açtım ve parmak uçlarımda yürüyerek içeriye girdim. Kapıyı tekrar kapatma gereği duymadan odanın tek penceresinin önüne geldim. Camdaki parmaklıkların hala yerinde durduğunu görünce bir anda şaşırdım, ancak umudumu kaybetmedim. Yine parmak uçlarımda pencerenin önüne doğru yaklaştım, ay ışığında parlayan yeşil gözleri ve beyaz yüzüyle orada bekliyordu.
    Onu görür görmez bütün şaşkınlığım ve üzüntüm gitmiş, içimde yine kocaman bir umut ışığı peyda olmuştu. Camı açtım.
--Gelmişsin…
--Evet geldim ama bu demirleri buradan çıkaramıyorum, senin yardımın lazım.
--Benim mi… Ben ne yapabilirim ki buradan.
--Bilmiyorum bak oralara, burayı açmamıza yarayacak bir şey vardır illaki.
Kaygısızca etrafıma bakınmaya başladım, neyin iş yarayacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Odanın içi zifiri karanlıktı ve ben camdan gelen ışığın haricinde hiçbir şey göremiyordum.
--Şuradaki büyük anahtarla vurmayı dene demirlere.
Kafamı işaret ettiği yere çevirdim, kolum kadar bir anahtar yerdeydi.
--Olmaz… Bununla olmaz, çok ses çıkarır bu. Hem sen açacağını söylemiştin, ne oldu da açamadın.
--İşler ters gitti, açamadım işte. Senin içerden açman gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz durum daha da karmaşık bir hal alırken karanlıkta göremediğim ve kolumu çarptığım bir sabun kutusu yere devrildi. Hayatım boyunca duymuş olacağım en acı ve umut kırıcı sesin bu olduğuna emindim artık. Ne yapacağımı bilemeden Rüya’ya baktım sadece. Şaşkın bir yüz ifadesi. Biraz sonra koridordan seslerin gelmeye başladığını duydum. Çaresiz ve zavallıca Rüya’ya bakmaya devam ediyordum.
--Şu anahtarı al ve vur şu demirlere hadi, şimdi yapmazsan bir daha böyle bir şansın olmayacak, hadii!
Elimden bir şey gelmezdi artık, yapabileceğim tek şey bu kalmıştı. Yerde duran anahtarı aldım, Rüya’ya geri çekilmesini söyleyerek olanca gücümle vurmaya başladım. Her vuruşumda sesin şiddeti daha da artıyor, çıkan ses ürkütücü bir hal alıyor ve tüm binanın içinde yankılanıyordu. Biraz sonra açık kapıdan gelen sesler daha da arttı, üzerine birde ardı ardına yanan ışıklar eklendi. Daha da hızlı vurmaya başladım, denizde boğulan bir insanın hayata tutunmak için sarf ettiği çapa kadar, hızlı vurmaya başladım. Taki arkamdan biri gelip üzerime atlayana kadar. Elimdeki anahtar savrulmuş, ben ise yerde ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. İki adamın üzerime çullanmış olduğunu gördüm ve son bir gayretle ayağa kalkmaya çalışırken haykırdım.
--bırakın beni, dışarıya gitmek istiyorum. Rüya bekliyor beni dışarda. Buraya ait değilim ben!
Beni güçlükle ayağa kaldırırlarken göz göze geldik, hala pencerenin arkasında duruyor ve beni bekliyordu. Hatırlayabildiğim son cümlede o an ağzımdan çıkmıştı.
--rüya seni seviyorum, tekrar geleceğim, senin için geleceğim…

                                                                                     ***

      Gözlerimi açamazken, her şey kapkaranlık ve başımda dayanılmaz bir ağrı varken; etrafımdaki insanların konuşmalarını hala duyabiliyordum.
--Şok odasını hazırlasınlar çabuk, öncekine göre biraz daha yüksek olacak. Sen de bir önceki tedavi bilgilerini oku dosyadan.
--Ayrışmamış şizofreni, daha önce 6 defa aynı sebepten aynı tedaviyi oldu ancak hiçbirinden de sonuç alınamadı. Yapılan altı şok tedavisinin hepsinde de, ikisi ciddi olmak üzere hafıza kayıpları yaşandı. Her defasında Rüya adında bir ismi sayıklamasından çıkarılan sonuç neticesinde, aslında böyle birinin olmadığı, bu hayali kişinin hastanın kendisi tarafından yaratıldığı düşünülüyor.

   Sevmekten başka bir suçum yok. Benim olan ve aldığınız hayatımı tekrar istemekten başka suçum yok. Ve rüya, o gerçekti, her şeyden, buradaki herkesten daha gerçek. Sizin olmasa dahi, benim yegâne ve tek gerçeğim.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

birzamanlar.öykü

eskibiranı.öykü