zincirsiz.öykü
ZİNCİRSİZ
Bu sabah da erkenden kalkıp uzun uzun
dışarıyı seyrettim eski penceremden. Güneş bugün de doğmuş, kuşlar bugün de
müthiş bir aşkla ötüşmeye başlamıştı. Penceremin arka bahçeye bakması ve ufukta
kocaman uçsuz bucaksız bir ormanın görünmesine rağmen benim gözüm sadece
tellerin arkasındaki büyük ağacın altındaydı. Bir an önce günün ilerlemesini,
öğlen yemeğinin yenilmesini ve dışarıya çıkılmasını arzu ediyordum. Çok
özlemiştim çünkü onu…
Buraya neden ve ne zaman geldiğimi
bilmiyorum, daha doğrusu hatırlamıyorum dersem daha doğru olur. Yaklaşık bir ay
önce yine bu yatakta uyandığım günün birinde, her şeyi unutmuştum. Geçmişime
dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Garip bir histi, uyanıyorsun ve kim olduğunu,
nerde olduğunu bilmiyorsun. Birde otuz yaşındaysa eğer insan… Otuz yaşında
doğmuş gibi tuhaf bir his.
Neyse ki bu yabancılığım kısa sürdü.
Kaldığım odadaki arkadaşım ve ondan sonra en çok vakit geçirdiğim, kendisine
dilsiz denilen biri buraya alışmam konusunda bana yardımcı oldular. Ben de
onlara çabuk ısındım, şu an buradaki en iyi dostlarım onlar.
Onların anlattıklarına göre, daha doğrusu
çirkinin anlattığına göre burası bir akıl hastanesiymiş. Akli dengesini yitiren
ve deliren kişileri buraya kapatıyorlarmış ve ne zaman çıkacakları
bilinmiyormuş. Bu sorun değil benim için, çünkü ben buraya nasıl geldiğimi dahi
bilmiyorum. Bir suç mu işledim, acaba bende dilsiz gibi birileri tarafından mı
bu hale getirildim, yoksa çirkin gibi ailesi tarafından mı buraya terk edildim.
Hiçbirini bilmiyorum, bir ailem var mı yok mu onu dahi bilmiyorum.
Çirkin neredeyse üç haftadır buradaymış.
Anlattığına göre babasını parçalayarak öldürmüş ve sonrada her bir parçayı
farklı yerlere gömmüş. Bunu yapmasının sebebi ise küçükken babası tarafından
yüzüne asit dökülmesi ve yüzünün sol tarafında feci bir yanma meydana gelmesi.
Kendisine çirkin denilmesinin sebebi de bu olmalı, gözleri hariç yüzünün geri
kalanı buruşmuş bir kese kâğıdını andıran bu adama buradaki aptal hemşire ve
doktorların yakışıklı diye hitap etmesi saçma olurdu.
Dilsizin ise ne zamandır burada kaldığını,
buraya hangi sebeple geldiğini kimse bilmiyor. Ancak uzun bir müddettir burada
oluşu hasta bakıcılarla olan ilişkisinden belli. Konuşamaması sebebiyle bir şey
de anlatamıyor. Sadece birileri tarafından kötü bir şekilde dövüldüğü ve bu
hale geldiği bilgisi dolaşıyor ortalarda. Bu söylenti yanlış dahi olsa, ben
onun çirkin gibi birini öldürüp buraya gelmiş olabileceğine asla inanmıyorum.
Çünkü o burada yaşamayı hak etmeyecek kadar temiz ve iyi kalpli biri.
Ben penceren uzakları seyretmeye devam
ederken çirkin de uyanmıştı.
--Yine mi cam
başı bekliyorsun. Bir şeyler oldu sana bu son bir haftadır. Neye bakıyorsun
böyle her gün her gün?
Sinirliliği her
an olduğu gibi bu sabah da üzerindeydi. Neye baktığımı ona şuan anlatmak
istemiyordum, belki birkaç gün sonra. Bu sebeple sıradan bir cevapla
geçiştirdim.
--Dışarıyı
seyrediyordum öyle, bilirsin işte beni…
Bir süre
konuşmadan gözlerini ovuşturdu yatağının içinde ve doğruldu. Ardından konuşmaya
devam etti.
--Bu hayatta en
çok neyi merak ediyorum biliyor musun, senin gibi bir adamın niye böyle pislik
bir yere düşmüş olabileceği. Ben kafası gidik bir katilin tekiyim. Dilsiz
desen… Onun durumu da belli. Peki ya sen, sen niye buradasın.
Başımı çevirmeden dışarıyı seyretmeye
devam ederek cevap verdim.
--Bir bilsem.
Hasta bakıcılara hemşirelere, hepsine tek tek soruyorum ama hepsinden aldığım
cevap aynı, benim bu konularla alakalı bilgim ve yetkim yok. Bunu kime
soracağımı da söylemiyorlar, sanki hepsi birden sözleşmiş gibi.
Cevabını
bulduğun zaman ilk bana söyleyeceksin, diyerek yatağından kalktı ve lavaboya
gitmek için odadan çıktı. Onun arkasında bende kahvaltıya inmek için kalktım, üzerimi
giyindim. Aşağı giderken dilsizi de uyandırıyorum, malum; konuşamadığı gibi
söylenenleri de duyamıyor. O yüzden sabahları biri dürtmediği takdirde öğlene
kadar uyuyabiliyor.
Dilsizi de uyandırdıktan sonra kahvaltıya
indik beraber. Bize verilen bir parça ekmek ve birkaç kahvaltılığı yedikten
sonra birer bardak daha çay içtikten sonra boş boş şeylerle ilgilendiğimiz o
büyük odaya çıktık. Ben dışarı çıkmayı istiyordum ancak buna izin
vermiyorlardı. Sadece öğle yemeğinden sonra iki saatliğine buna imkân vardı. O
saatin gelip kapının açılmasını dışarıya çıkmayı sabırsızlıkla bekliyordum. Ama
şimdi öğlene kadar olan bu zamanı geçirmek için bir şeyler yapmalıydık, o
yüzden her gün burada bir şeylerle uğraşıyorduk.
Konuşamamasına rağmen dilsizle o kadar iyi
anlaşıyor ve beraber o kadar güzel vakit geçiriyorduk ki, buna şaşmamak elde
değildi. Keşke konuşabilseydi diye içimden geçirdiğim çok oluyor, bunun mümkün
olmadığını biliyorum ama, insan onun bu içtenliğini görünce dayanamıyor.
Çirkinle biz genelde televizyon izleriz,
hiçbir şey duyamamasına rağmen dilsiz de bize katılır, hatta bazı zamanlar
sanki duyuyormuş gibi tepki de verirdi. Sonra dilsizin en iyi olduğu işe
geçerdik. Pastel boyalarla muazzam resimler yapıyordu, belki küçüklüğünden beri
bunu seviyordu, belki de bu ustalığa burada erişmişti. Ama bunun ne önemi vardı
ki?
Dilsiz resim yaparken çirkinle beraber bizde ona
eşlik ederdik, çirkin ne kadar bu resim olayından nefret etse de, burada başka
arkadaşı olmadığı için mecburen dâhil olmak zorunda kalıyordu.
Bugünümüz de bu şekilde geçmiş ve öğlen
olmuştu. Hızlıca yemeğimi yedikten sonra dış kapının önüne geldim ancak kapı
hala açılmamıştı. Her geldiğimde burada duran adamlardan biri yine bekliyordu.
Yavaşça yanına yaklaştım, kapının neden kapalı olduğunu sordum. Beni uzunca
süzdü, başını dışarı çevirdi ve bahçede yürümekte olan yine kendi gibi birini
görünce uyuşuk hareketlerle kapıyı açtı.
Ben ona nispeten hızlı adımlarla kapıdan çıktım ve ilk olarak başımı
kaldırdım, gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Ardından her sabah
izlediğim tellerin arkasındaki o ağacın olduğu yere doğru yürümeye başladım.
Attığım her adımda biraz daha heyecanlanıyor, her gün aynı şeyi yapmama rağmen;
her defasında farklı bir heyecan duyuyordum. Telden yapılmış dört metre duvarla
aramda az bir mesafe kalmıştı ki aniden gelen bir esinti ağacın arkasından
olağanüstü bir güzellikte bir tutam saçı öyle muazzam savurdu ki. Bu beni daha
da heyecanlandırmış ve hızlandırmıştı. Tel duvarın yanına geldiğimde olanca
güzelliğiyle öylece orada duruyordu. Benim buradaki küçük dünyamın büyük
güneşiydi o. Benim gibi akıl hastanesinde kapalı ve kim olduğunu bilmediği
adamla niye böyle bir maceraya girmişti bir türlü anlam veremiyordum. Sonra
bunu boş veriyordum, ne önemi var ki deyip, sadece onu düşünüyordum.
Adı Rüya’ydı. Yaklaşık iki hafta önce yine
burada, bu ağacın altında karşılaşmıştık. Ben umutsuzca ve anlamsızca buralarda
dolaşırken o karşıdaki bankta kitap okuyordu. Nasıl olduysa olmuş ve göz göze
gelmiştik. Sonra bu tarafa doğru gelmeye başladı. Tabii ben hala onu
izliyordum. Sonrası ise… Her gün buraya geliyor ve beraber muhabbet ediyoruz.
Hastanedeki görevlilerin böyle bir şeye müsaade etmeyeceklerini bildiğim için
ona ağacın arkasında kalmasını ve fazla ses yapmamasını söyledim. Ben de
öylesine oturuyormuş izlenimi verdiğim için dikkat çektiğimiz söylenemezdi.
Her zamanki masum yüzüyle bana baktı ve
küçük bir tebessüm etti.
--Nasılsın?
Dalıp gitmiştim,
gözlerinin içinde kayboluyordum adeta.
--İii, iyiyim…
Sen nasılsın?
--Ben de iyiyim.
Seninle konuşmam gereken bir şey var.
Bu cümleler
bende biraz merak, biraz da heyecan uyandırmıştı. Acaba benim ona karşı
hissettiklerimi oda bana karşı hissediyor ve bunu söylemek mi istiyor diye
geçirdim aklımdan istemsizce. Ben bu düşüncelerle alakadar olurken o konuşmaya
devam etti.
--İstersen seni
buradan çıkarabilirim, ki bunu istersin değil mi?
Bu beklemediğim
cümle karşısında kısa bir süreli şaşkınlık yaşadım. Aklımın ucundan dahi
geçmemişti böyle bir şey. Bir şeyler söylemem gerektiğini düşünerek zorla da
olsa konuşmaya başladım.
--İsterim tabi
ki de, nasıl olacak bu? Öyle durduk yere beni dışarı çıkaracaklarını
zannetmiyorum. Hem bir şekilde bu mümkün oldu çıktım diyelim, peki ya sonrası.
Nereye giderim ne yaparım. Hiçbir şey hatırlamıyorum, dışarda kimseyi
tanımıyorum.
--Ben varım. Ben
yardım ederim sana. Aileni bulmana kim olduğunu öğrenmene. Bunları halledene
kadar da benimle kalırsın, ben yalnız yaşayan biriyim zaten.
Hala sağlıklı
düşünemiyordum, beklemediğim bir anda ve hiç aklımdan dahi geçmeyen bir anda
açılan konu beni biraz şaşırtmıştı.
--Ömrünün sonuna
kadar bu hapishanede mi yaşayacaksın, kim olduğunu bilmeden, geçmişini
öğrenemeden.
Düşündükçe
söylediği her kelime mantıklı gelmeye başlıyordu. Ömrümün sonuna kadar burada
yaşayamazdım. Bunun nasıl mümkün olacağını merak ederek uzun süren sessizliğin
ardında sordum
--Peki nasıl
olacak bu? Nasıl çıkacağım buradan.
--Kimsenin
yerini bilmediği bir giriş var, sol tarafta tellerin bazıları paslanmış ve
kopmuş. Çalılarla kapalı olduğu için kimde farkında değil. Hava kararınca
bahçeye gireceğim ve alt kattaki pencerelerden birinin parmaklıklarını
çıkaracağım. Tabii senin o sırada orada olman gerekiyor.
Kendimi şuan içinde bulunduğum durumdan
bir sonuca ulaşarak çıkarmaya ve bir karar vermeye çalışıyordum. Başımı
kaldırdım ve yüzüne baktım, gülümsüyordu. Bu söylediklerine gerçekten
inanmıştı, gözlerinde görebiliyordum bu inanmışlığı. Ne kaybedebilirdim ki,
kaybedecek neyim var ki bu saçma yerde. Peki ya kazanacaklarım… Sevdiğim kadını
kazanacaktım ve bu benim için her şeye değerdi.
--Tamam… Gece
yarısında giriş kapısının sağından 4. pencerede bekliyor olacağım.
Geleceğim, senin
için geleceğim. Ama şimdi gitmem gerek, diyerek ayrıldı. Ben arkasından öylece
bakakalmış, biraz önce konuştuğumuz her kelimeyi tekrardan hatırlayıp olayı
kavramaya çalışıyordum. Basitti ama ben bu kaçışa inanmakta güçlük çekiyordum.
Sonra aklıma yine o cümle geldi, ne kaybedersin ki?
Öğlenden sonra bütün günümü yaşadığım o
esrarengiz anı düşünerek ve bir sonuç çıkarmaya uğraşarak geçirdim. Yarın belki
de nemim için bambaşka bir hayat başlayacaktı. Her gün birileri tarafından
azarlanmadığım ve deli sıfatıyla yaftalanmadığım yeni bir hayat. Dışarıya
çıkmak için öğlen olmasını beklemeyeceğim, gerçekten anlamı olan bir hayat.
İyice düşünüp kararımı vermiştim, Rüya’nın
anlattığı şekilde buradan çıkacaktım ve yarın sabah bambaşka bir hayata,
bambaşka birinin yanında uyanacaktım. Ancak dilsiz ve çirkinden ayrılacak olmam
sebebiyle içimde biraz hüzün vardı. Eğer buradan gidersem onları bir daha
göremeyecektim, bir daha beraber resim yapıp bahçede yürüyemeyecektik. Ama
onları asla unutmayacağım, nereye gidersem gideyim, kimin yanında olursam
olayım onları asla unutmayacağım.
Akşam olmuş hava kararmış ortalık
sakinleşmişti. Yemekten sonra odama çıktım ve belki de son defa, dışardaki
dünyaya eskimiş penceremden bakmaya başladım. Ben ait olduğumu düşündüğüm
hayata uzaktan bakarken odaya çirkin girdi. Beni uzun uzun süzdükten sonra yanı
başımdaki yatağına oturdu.
--Sende bir
şeyler var ama hadi bakalım. Yürüyüşe de gelmedin öğleden sonra. Bütün bahçeyi
dilsizle dolaşmak zorunda kaldım.
Sustu, gözlerini
yere dikip bakmaya başladı. Bir şeyler düşündüğü belliydi.
--Bu dilsiz
garip adam. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama yapamıyor. Özellikle de seninle
alakalı. Sen olmadığın zamanlar hep seni işaret edip garip garip hareketler
yapıyor ama anlam veremiyorum hiçbirine. Keşke konuşabilseydi…
Bunu bende o kadar çok isterdim ki.
Saat on olmuştu. Yukarı çıkıp ilaçlarımı
içmem gerekiyordu. Ardından da herkes odasına geçecek ve günün son sayımı
yapılacak. Ve sonrasında benim maceram başlayacak. Bizim maceramız.
Hemşirenin uzattığı bardaktaki rengârenk
olan ilaçları tek seferde ağzıma attım ve yuttum. Dilsizle çirkini bulmak için
etrafa göz gezdirdim. Yine beraberler arka masada oturuyorlardı. Onlar adına
mutluyum aslında, yokluğuma çabuk alışacaklar. Birbirleriyle daha sıkı arkadaş
olurlar artık.
Odama geçip saatin on iki olmasını
beklemeden önce dilsizle son bir kez daha görüşmek istedim. Oturdukları masanın
yanına gittim ve ben de onlara dâhil oldum. Dilsiz tuhaf tuhaf bakmaya başladı
nedense, bugünkü garipliğimi fark etmiş olmalıydı ama niye böyle bakıyordu
anlayamadım. Göz göze geldik ve bana sanki “yapma” der gibi başını iki yana
salladı. Bu şaşkınlığımı üzerimden atmam uzun sürse de ona aldırmadan odama
çıktım ve yatağıma uzandım, saat on buçuğa geliyordu.
Biraz sonra çirkinde geldi ve oda yatağına
yattı. Uyanıktım ancak uyur gibi yaptım bir şeylerden şüphelenmemesi için. O
yatar yatmaz uyurdu zaten. Bu gece de öyle oldu. O hiçbir şeyden habersiz
uyumaya devam ederken benim heyecanım daha da artıyor, yarın sabahki uyanacağım
hayata dair hayaller kurmaya devam ediyordum.
Karmaşık ve anlamsız duyguların arasında bir
saat daha geçirdim. Saat on bir buçuk. Artık yavaş yavaş kalkmam ve aşağı kata
inmem gerekiyor. Rüya’nın açacağı parmaklığın olduğu cam bir malzeme deposu,
gündüzleri açık alıyor ama gece kitleniyor. Bunu bildiğim için bahçeden
bulduğum birkaç sert çöpü kapının kilidine sıkıştırdım ve anahtarın girmesini
engelleyerek kapının açık kalmasını sağladım. Tamir edeceklelerdi mutlaka ama
yarın. Benim için en zor kısım belirli aralıklarla hastanenin içinde dolaşan
hasta bakıcılar. Ancak hiçbiri beni korkutmuyor. Aklımda yine o cümle. Ne kaybedebilirim
ki, burada bir hapishanede yaşamaktan daha kötüsü ne olabilir ki.
Tabii en önemli kısım Rüya’nın söylediği
gibi o çalılıklarla kaplı yerden girebilmesi ve nasıl yapacağını bilmediğim
parmaklıkları açmasıydı. Elimden gelen tek şey iki hafta önce tanışmama rağmen
âşık olduğum kadına inanmaktı ve ben ona sonuna kadar inanıyordum.
Olabildiğince sessiz hareketlerle
yatağımdan doğruldum ve ayağa kalktım. Çirkin hala ağır bir şekilde uyumaya
devam ediyordu. Kapının önüne geldiğim zaman durakladım ve koridorda
birilerinin olup olmadığını anlamak için bir süre koridoru dinledim. Sessizdi,
kimse yoktu. Kapıyı yine olabildiğince sessiz hareketlerle açtım ve araladım.
Bir kez daha kulak verdim ve gözümün ucuyla herhangi bir ışık olup olmadığını
kontrol ettim. Kimse yoktu, araladığım kapıyı çıkabileceğim şekilde açtım ve
kendimi koridora attım. Kapıyı tekrardan kapatmadım, çıkaracağı sesten emin
değildim.
Ağır ve ürkek adımlarla merdivenlere doğru
yürümeye başladım. Attığım her adımda mutluluğum ve umudum biraz daha
artıyordu. Bu adımları sanki özgürlüğe ve mutluluğa atıyormuşum gibi hissediyordum.
Merdivenlerden de indikten sonra kendisine
görünmeden geçmem gereken bir hasta bakıcı vardı. Ama genelde uyudukları ve
ters giden bir şeylerin olabileceğine inanmadıkları için bunun kolay
olacağından emindim.
Merdivenlerin son basamağına geldiğimde
durakladım, kafamı duvarın arkasından uzatıp bütün koridora iyice göz
gezdirdim. Bu arada gözüme karşımdaki duvarda duran saat takıldı. Yirmi dakika
vardı gece yarısına. Son kez derin bir nefes daha alıp atıldım koridora,
adımlarımın hızı biraz daha azalmıştı. Geçmem gereken hasta bakıcının odasının
önüne geldim. Odanın bu tarafında kocaman bir cam olduğu için içerisi
rahatlıkla görülebiliyordu. Aynı şekilde içerden de dışarısı.
Yine odanın içine göz ucumla baktım, tahmin
ettiğim gibi içerdeki adam hiçbir şeyden habersiz uyuyordu. Hızlıca geçtim,
Rüya’nın parmaklıklarını açacağı odanın kapısının önüne geldim. Koridorda,
bütün hastane binasının içinde ölüm sessizliği vardı sanki.
Artık son bir şey kalmıştı yapmam gereken,
sonrasında her şey daha farklı ve daha güzel olacaktı. En ufak bir çıtırtı dahi
çıkarmamaya çalışıyordum. Buraya kadar gelmişken, artık geri dönmek
istemiyordum o odaya.
Yavaş hareketlerle gündüz bozmuş olduğum
kapının kilidinin değiştirilmemesini ümit ederek kolu aşağı doğru bastırdım.
Kulağa gelen ve bütün koridorda yankılanan bir tık sesi. Oysa bu sesi gün
içinde binlerde defa duyuyorum ve aldırış etmiyorum. Şimdi ise bu ses benim
özgürlüğümün sesi oldu. Hareketsiz bekledim yaklaşık bir iki dakika. Sessizlik
hala devam ettiğine göre duyan olmamıştı sesi. Kapıyı yavaşça açtım ve parmak
uçlarımda yürüyerek içeriye girdim. Kapıyı tekrar kapatma gereği duymadan
odanın tek penceresinin önüne geldim. Camdaki parmaklıkların hala yerinde
durduğunu görünce bir anda şaşırdım, ancak umudumu kaybetmedim. Yine parmak
uçlarımda pencerenin önüne doğru yaklaştım, ay ışığında parlayan yeşil gözleri
ve beyaz yüzüyle orada bekliyordu.
Onu görür görmez bütün şaşkınlığım ve üzüntüm
gitmiş, içimde yine kocaman bir umut ışığı peyda olmuştu. Camı açtım.
--Gelmişsin…
--Evet geldim
ama bu demirleri buradan çıkaramıyorum, senin yardımın lazım.
--Benim mi… Ben
ne yapabilirim ki buradan.
--Bilmiyorum bak
oralara, burayı açmamıza yarayacak bir şey vardır illaki.
Kaygısızca
etrafıma bakınmaya başladım, neyin iş yarayacağına dair hiçbir fikrim yoktu.
Odanın içi zifiri karanlıktı ve ben camdan gelen ışığın haricinde hiçbir şey
göremiyordum.
--Şuradaki büyük
anahtarla vurmayı dene demirlere.
Kafamı işaret
ettiği yere çevirdim, kolum kadar bir anahtar yerdeydi.
--Olmaz… Bununla
olmaz, çok ses çıkarır bu. Hem sen açacağını söylemiştin, ne oldu da açamadın.
--İşler ters
gitti, açamadım işte. Senin içerden açman gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz
durum daha da karmaşık bir hal alırken karanlıkta göremediğim ve kolumu
çarptığım bir sabun kutusu yere devrildi. Hayatım boyunca duymuş olacağım en
acı ve umut kırıcı sesin bu olduğuna emindim artık. Ne yapacağımı bilemeden
Rüya’ya baktım sadece. Şaşkın bir yüz ifadesi. Biraz sonra koridordan seslerin
gelmeye başladığını duydum. Çaresiz ve zavallıca Rüya’ya bakmaya devam
ediyordum.
--Şu anahtarı al
ve vur şu demirlere hadi, şimdi yapmazsan bir daha böyle bir şansın olmayacak,
hadii!
Elimden bir şey
gelmezdi artık, yapabileceğim tek şey bu kalmıştı. Yerde duran anahtarı aldım,
Rüya’ya geri çekilmesini söyleyerek olanca gücümle vurmaya başladım. Her
vuruşumda sesin şiddeti daha da artıyor, çıkan ses ürkütücü bir hal alıyor ve
tüm binanın içinde yankılanıyordu. Biraz sonra açık kapıdan gelen sesler daha
da arttı, üzerine birde ardı ardına yanan ışıklar eklendi. Daha da hızlı
vurmaya başladım, denizde boğulan bir insanın hayata tutunmak için sarf ettiği
çapa kadar, hızlı vurmaya başladım. Taki arkamdan biri gelip üzerime atlayana
kadar. Elimdeki anahtar savrulmuş, ben ise yerde ne olduğunu anlamaya
çalışıyordum. İki adamın üzerime çullanmış olduğunu gördüm ve son bir gayretle
ayağa kalkmaya çalışırken haykırdım.
--bırakın beni,
dışarıya gitmek istiyorum. Rüya bekliyor beni dışarda. Buraya ait değilim ben!
Beni güçlükle
ayağa kaldırırlarken göz göze geldik, hala pencerenin arkasında duruyor ve beni
bekliyordu. Hatırlayabildiğim son cümlede o an ağzımdan çıkmıştı.
--rüya seni
seviyorum, tekrar geleceğim, senin için geleceğim…
***
Gözlerimi açamazken, her şey kapkaranlık
ve başımda dayanılmaz bir ağrı varken; etrafımdaki insanların konuşmalarını
hala duyabiliyordum.
--Şok odasını
hazırlasınlar çabuk, öncekine göre biraz daha yüksek olacak. Sen de bir önceki
tedavi bilgilerini oku dosyadan.
--Ayrışmamış
şizofreni, daha önce 6 defa aynı sebepten aynı tedaviyi oldu ancak hiçbirinden
de sonuç alınamadı. Yapılan altı şok tedavisinin hepsinde de, ikisi ciddi olmak
üzere hafıza kayıpları yaşandı. Her defasında Rüya adında bir ismi
sayıklamasından çıkarılan sonuç neticesinde, aslında böyle birinin olmadığı, bu
hayali kişinin hastanın kendisi tarafından yaratıldığı düşünülüyor.
Sevmekten başka bir suçum yok. Benim olan ve
aldığınız hayatımı tekrar istemekten başka suçum yok. Ve rüya, o gerçekti, her
şeyden, buradaki herkesten daha gerçek. Sizin olmasa dahi, benim yegâne ve tek gerçeğim.
Yorumlar
Yorum Gönder